Siyaset dışı kurumların 27 Mayıs darbesi ile siyasal hayatımıza zorla yerleştirdikleri hastalık yayıcı virüsler birer birer temizleniyor. Süreç zor ve çetrefilli olsa da ilerliyor. Bunun en bariz örneği yargıyı millet adına egemenlik kullanan güçlerden birisi olarak tanımlayarak milli irade üzerinde vesayet ihdas eden yapıydı. 2010 referandumu ile bu kısmen aşıldı. Fakat temizlenmesi daha zor olan virüsler, salt kurumsal düzeyde değil, düşünce anlamında da bize dayatılan ve adeta bilinçaltımıza yerleştirilen kavramlardır. Örneğin vatandaşlık tanımı, milli devlet, milliyetçilik gibi hususlar. Bu yönleriyle 1961 Anayasası ile oluşturulan yapının izlerini ortadan kaldırmak ve tedavi etmek gerçekten zor. Süreci daha da zorlaştıran bir nokta 1982 Anayasasının bu travmayı katmerleştirici ilaveleridir.
O kadar tuhaf bir süreçten bahsediyoruz ki, bugün hala kendisini sol ya da sosyal demokrat çizgide tanımlayan birçok aydın, aslında ruhunda etnik milliyetçilik olan ve alenen vatandaşları etnik bir aidiyete zorlayan 1961 Anayasasını neredeyse dünyanın en demokratik anayasası olarak bize yutturacaklar. Daha doğrusu uzun yıllar boyunca bize yutturdular.
1961 ve 1982 anayasalarındaki etnik tanımlar
Malum olduğu üzere 1961 Anayasası, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dünyadaki faşist tek partili rejimlerin etkisinde ürettiği temel paradigmaları anayasal bir metin formuna büründürmüştür. Bu çerçevede mesela 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunundaki görece yumuşak vatandaşlık tanımını "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" şeklinde etnisiteye vurgu yapan bir biçimde formüle etmiştir.
Mesela yine 1961 Anayasası başlangıç kısmında ilk defa "Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak millî birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak..." cümlesine yer vererek etnik milliyetçiliği "milli birliğin" zorunlu bir unsuru olarak tanımlamıştır.
Yine mesela devletin temel niteliklerinin sıralandığı ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti devletini "milli" devlet olarak tanımlama yolunu seçmiştir. Bu ifadelerden hareketle hukuk devletinin en temel metni olması gereken anayasanın alenen etnik milliyetçiliği devletin temel referansı olarak aldığını rahatlıkla iddia edebiliriz.
Aynı mantık 1982 Anayasasında da "Ebedi Türk vatan ve milletinin bütünlüğü", "kutsal Türk Devleti", "Türklüğün tarihi ve manevi değerleri", "Atatürk milliyetçiliği", "Türk milleti", "Türk evlatları" gibi etnik imalar içeren yoğun tanımlamalarla sürdürülmüştür. Bugün anayasa değişikliği tartışmalarını sürdürürken yaptığımız şey, aslında temel bir hukuk normu aracılığıyla toplumsal hayatımıza zerk edilen bir hastalık kaynağını tedavi etmeye çalışmaktır.
Müesses nizamın bekçiliği ve milliyetçilik direnci
1961 Anayasasının yapıldığı süreç aslında bugün yeni anayasa sürecini tartışırken tarafları birbirinden ayırmak için rahatlıkla bir turnusol kağıdı işlevini yerine getirebilir. 1959'daki 14. Kurultayında yayınladığı İlk Hedefler Beyannamesiyle 1961 Anayasasına ilham kaynağı olan, iki partili bir yapı geleneğinin mevcut bulunduğu bir ortamda "yeni anayasanın yapım sürecine toplumun her kesiminden destek alacağız ancak, Demokrat Partililer hariç" biçiminde bir yasal düzenlemeyle anayasa yapacak meclisi oluşturan CHP geleneğinden bugün kendi paradigmalarını değiştirmelerini beklemek pek gerçekçi olmaz.
Bugün parlamentoda grubu bulunan siyasi partilerin belki her fırsatta "kötü polis" pozisyonunda eleştirdikleri başkanlık sistemi tartışmaları ile manipüle ettikleri asıl unsurun bu "müesses nizamın sacayakları" olduğunu kolaylıkla ileri sürebiliriz. Yargıya ilişkin hükümlerden yasamaya, temel hak ve hürriyetlerden idari yapıya her türlü öneriye "bakın AKP başkanlık sistemini istiyor, bunun ardında başkanlık sistemi var" biçiminde standart önermeleri yineleyen yeni anayasa karşıtı temel grup 2010 referandumundaki gibi "müesses nizamın" ve dolayısıyla aynı vesayetçi yapının savunusunu yapmaya devam ediyorlar.
Üçüncü dünya ülkelerinin anayasal yapılarındaki hükümleri andıran etnik imalar barındıran tanımlamaları savunuyor olmaları bunun bariz göstergesi. Dürüst olmak gerekirse bu süreçte anayasal geleneğimize 1961 Anayasası ile yerleşen bu antidemokratik hükümlerin ortadan kaldırılması konusundaki en olumlu tavır, trajik ama faşizan eğilimlerle itham ettiğimiz BDP grubundan gelecek gibi. Dikkatlerden kaçmaması gereken husus, yeni anayasanın yegâne gayesinin vesayete ait bütün imaları ortadan kaldırmak olduğudur. Etnik imalar barındıran ifadeler bu anlamda en dikkat çekici unsurlar. Etnik imaları barındıran ifadelerin yer almadığı bir anayasa, yeni Türkiye'nin inşası açısından oldukça önemlidir.
Unutulmaması gereken husus, tüm bu tanımlamaların 27 Mayıs darbesi ile oluşturulan tuhaf yapıya meşruluk kazandıracak argümanlar olduğudur. Bu argümanlar temizlendikçe sistem normalleşecek ve demokratikleşecektir. Açıkçası mücadele yine statükodan yana olanlar ve yeni Türkiye'yi inşa etmek isteyen iki grup arasında cereyan edecektir.