2007 anayasa değişikliği referandumundan sonra Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilecek olması, 90'lı yıllara dayanan rejim tartışmalarını hızlandırmıştı. Bu tartışmada kabaca iki yönelimden söz edilebilirdi. Birincisine göre, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, Türkiye'yi klasik parlamenter sistemden uzaklaştırarak fiilî bir yarı başkanlık sistemine yaklaştıracaktı. Bu durum Türkiye için zımnî bir rejim değişikliği anlamına geliyordu. İkincisine göre ise Türkiye'nin klasik parlamenter sistemle yoluna devam etmesi zaten mümkün değildi. Türkiye'nin kronikleşmiş sorunlarının çözümü ve gerçek bir kuvvetler ayrılığının tesisi için başkanlık sistemine, hiç olmazsa yarı başkanlık sistemine geçilmesi elzemdi. Bugün gelinen aşamada, rejim tartışması kişiselleşmiş gözükmektedir. Mesele, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olup olmamasına sıkışmış vaziyettedir. Ortada başı sonu belli bir rejim tartışması ve anlamlı siyasî-hukukî argümanlar gözükmemektedir. İngiltere tecrübesinden kaynaklanan klasik parlamenter rejimde Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi yaygın bir uygulama değildir. Ancak Türkiye'nin Cumhurbaşkanını halkoyuyla seçme kararının arka planını iyi anlamak, siyasî tarihimiz içinde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin doğurduğu rejim krizlerini doğru okumak gerekmektedir. 27 Mayıs sonrası formüle edilen Cumhurbaşkanlığı kurumunun, Türkiye'nin politik, sosyolojik değişimi karşısında anlamsızlaştığını, işlevsizleştiğini görmeden kişiler üzerinden yürütülecek bir tartışma anlamlı olmayacaktır.
27 Mayıs rejimi ve cumhurbaşkanı
Hem 61 Anayasası hem de 82 Anayasası, Cumhurbaşkanlığını, "milli güvenlik rejimi" olarak tanımlanabilecek müesses nizamın sigortası olarak kurgulamıştır. 27 Mayıs sonrası müesses hâle gelen vesayetçi demokrasi mantığı içinde, siyasi iktidar-devlet iktidarı ayrımının muhafazasında bu makam önemli bir fonksiyon üstlenmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ekseninde ortaya çıkan rejim krizleri, genellikle siyasetin siyaset dışı Cumhurbaşkanı figürlerine rıza göstermesiyle çözülmüştür. 1961-89 arasında görev yapan dört Cumhurbaşkanından üçü daha önce Genelkurmay Başkanlığı yapmıştır. Dördüncüsü de yine asker kökenli bir isimdir.
Bunun da ötesinde, 27 Mayıs ve 12 Eylül rejimleriyle kurgulanan Cumhurbaşkanlığı modeli, klasik parlamenter sistemin sembolik Cumhurbaşkanından hayli farklıdır. Cumhurbaşkanına verilen yetkiler, vesayet düzeninin yeniden üretimini garanti altına alacak bir mahiyet taşımaktadır. Bu model, "cumhursuz bir cumhuriyet"in, başka bir ifadeyle devletle özdeşleşen, toplumsal olandan koparılmış, arındırılmış bir cumhuriyet tahayyülünün uzantısıdır. 27 Mayıs sonrası inşa edilen "merkez siyaseti"ne dayalı vesayet rejimi içinde bu Cumhurbaşkanlığı modeli bir anlam ifade ediyordu. Zira merkez siyaseti, seçmen desteğine ihtiyaç duysa da bu desteği toplumsal talepleri siyasete taşımanın bir aracına dönüştürmektense merkezdeki bürokratik gücün hizmetine vermekle varlık kazanıyordu. Sahici, sorun çözen bir siyaset yerine, "siyaset olmayan bir siyaset"i imâ ediyordu. Merkez siyasetinin krizle karşılaştığı 1995 sonrasında Cumhurbaşkanlığının nasıl da kritik bir konuma tekabül ettiği, 28 Şubat şartlarında çok daha iyi anlaşılmıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, merkez siyasetine dayalı vesayet düzeninin tahkiminde belirleyici bir rol üstlenmişti. "
Yeni Türkiye"nin sosyolojisi
Bugün "Yeni Türkiye" diye bir kavramsallaştırma dolaşımdaysa bunun tekabül ettiği en önemli gerçeklik, Türkiye'nin yeni vesayet teşebbüslerine rağmen merkez siyasetini tasfiye etmesi, toplumsal talepleri esas alan sahici bir siyasete yönelmesidir. Bu tasfiye, toplum eliyle yapılmıştır. Son 12 yıldır AK Parti iktidarının siyaseti koruma iradesinin hakkını vermek, ancak siyasete kastedildiği her durumda AK Parti'nin toplumun desteğiyle yol aldığını da unutmamak gerekir. 2007'de yaşananlar, bu tesbit için iyi bir sağlama işlevi görmektedir. Esasen Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin mevcut hukukî-siyasî şartları, 2007'de yaşananları hesaba katmadan anlamak mümkün değildir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün adaylığı sonrasında ortaya çıkan toplumsal hareketlilik ve bu hareketliliğe eşlik eden e-muhtıra ve 367 kararı, "Eski Türkiye" güçlerinin Cumhurbaşkanlığı üzerinden vesayeti koruma teşebbüsü olarak okunabilir. Ortaya çıkan kriz, aynı yıl yapılan genel seçimde toplumun siyasete verdiği destekle aşılmış, toplumun ekseriyeti bu vesayet teşebbüsünün karşısında durmuştur.
Çatı aday üzerinden kotarılmaya çalışılan siyaset dışı ve tarafsız Cumhurbaşkanı arayışı, Türkiye'nin demokratikleşmesine aracılık eden sosyolojiye son bir itiraz niteliğindedir. 2007'de olan bitenler, bugün başka bir düzeyde yeniden tedavüle sokulmak istenmektedir. Iskalanan husus, Türkiye toplumunun, siyaset dışılığın ve tarafsızlığın neyi imâ ettiğini, tarihî tecrübesiyle gayet iyi bilmesidir.