İnsanın hakikatle imtihanı, hakikati bulması ve bilmesiyle bitmiyor. Hakikatin birçok renk ve veçhesi olduğu için, bu kez, bu renkler ve veçheler ortasında hakikatin dengesini bulması gerekiyor.
Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, birbirini takip eden iki önemli risalesinde (24. ve 25. Söz) bu konuya değinir ve hakikatin kıvamını bulamamış, bu yüzden haktan uzaklaşmış akımların iki problemle mâlûl olduğunu ortaya koyar: ilk olarak, hakikati, sadece kendi gördükleri renk ve veçheden ibaret sanmaları. İkinci olarak da diğer mü'minlerin müktesebatını görmezden geldikleri veya küçümsedikleri için, kendi görüşlerini onların gördükleriyle tamamlayıp dengeye kavuşturamamaları. Sonuç? Hakikatten beslenen, ama hakikatin dengesinden mahrum; kaymalara ve hatta sapmalara açık bir din dili, algısı ve anlayışı...
Asr-ı Saadet anlatısı
Fethullah Gülen hareketinin başlangıcından bugüne yaşadığı eksen kaymasını da, işte bu açıdan değerlendirmek gerekiyor. Bu hareket, meşruiyetini dayandırdığı asıl zemin olarak 'din dili' açısından gereğince irdelenmiş durumda değil. Onu bu açıdan irdeleyen az sayıdaki analiz de, daha ziyade hareketin içerdiği 'seçilmişlik' algısına ve 'mesiyanik/kurtarıcı' söylemine odaklanmış durumda.
Oysa Fethullah Gülen'in ortaya koyduğu dinî/sosyal/siyasal çerçevenin, bu 'tartışmalı' konulardan da önce, apaçık olguları okurken gerçekleşen ve dolayısıyla gerçeklik algısını bozan başkaca boyutlarıyla da irdelenmesi gerekiyor. Meselâ, hangi boyutlarıyla? En başta, harekete dindar veya dinî tebliğe yatkın insanlar nezdinde bu kadar geniş ve derin bir etki kazandıran belki en önemli unsur olarak, Asr-ı Saadet anlatısıyla...
Şu açık bir gerçek: İlk vaazlarından bugüne, Fethullah Gülen kendi duruşunu ve hareketini, Hz. Peygamberin yaşadığı dönem olarak Asr-ı Saadet'ten ve sahabi hayatlarından sunduğu örneklerle inşa etti. Ama bu, Asr-ı Saadet'in Gülen'in zihnindeki 'toplum,' 'dünya' ve 'gelecek' adına 'inşa edilmiş' bir tasviriydi. Gülen'in 1970'lerde ana akım Risale-i Nur hareketinden kopuşunu izah sadedinde getirdiği 'Ben de Ebu Zer gibi...' söylemi! Gerçekten dediği gibi Gülen'in ayrılışı 'Ebu Zer gibi' idiyse, Hz. Peygamber'in şu uyarısını da dikkate alması gerekiyordu: "Ey Ebu Zer! Ben seni zayıf (hassas) bir kimse görüyorum. (...) Öyleyse, iki kişi üzerine bile emîr olmayasın." 'Ebu Zer gibi'ler için de bağlayıcı bu uyarıya karşılık, dinden siyasete, ekonomiden akademiye her konuda emîr olmaya talip bir Gülen portresi çıkıyor karşımıza...
Paralelinde, Ebu Zer çizgisinin tam aksine, 'Emevîleşmiş' bir cemaat tablosu...
Benzer bir durumu, cemaatin sonraki dönemde ortaya koyduğu yaklaşımlara dinî kesimden gelen itirazlara karşı kullandığı Hudeybiye söyleminde görmek mümkün: "Resûlullah'ı da Hudeybiye'de anlayamamış, itiraz etmişlerdi!" Oysa Hz. Peygamber, Hudeybiye'de sahabilerin itirazına karşı "hikmetimden sual olunmaz" dememişti. Bilakis, Hudeybiye'den dönüş yolunda nâzil olan Fetih sûresiyle, bizzat âlemlerin Rabbi, Resûlünün yaptığı o anlaşmanın hikmetini sahabilere izah edecekti. Yani, Hudeybiye'den çıkan ders, bir dinî liderin sorgulanamazlığı değil, 'hikmetinden sual etme'nin erdemi ve 'hikmeti izah etme'nin gerekliliğiydi! Gülen hareketinde gerçeğin 'olduğu gibi' değil, 'kurgulanan geleceğin gerektirdiği gibi' sunulduğu bu din anlatısını, hadis ve sünnet bağlamında da görmemiz mümkün. Yine bir örnekle açıklamak gerekirse; hareketin dinî söylemi içerisinde hizmet adına varını yoğunu feda etme adına 'infak' ve 'feragat'a dair hadislerin sıklıkla aktarıldığını görüyoruz. Ancak, bu hadis okumalarında 'verme'nin adresine dair bir zaaf çıkıyor karşımıza; Hz. Peygamberin 'uzak'lardaki hizmet adına 'yakın'ları öteleyen değil, önceleyen bir infaka mü'minleri yönelttiğini ortaya koyan sahih, bütüncül ve dengeli bir sünnet anlatısı değil...
Seçilmiş ve seçmeci
Resmin 'kullanışlı' unsurlarını öne çıkaran, diğer unsurları ise göz ardı eden bu seçici ve faydacı tutumu, fıkha dair yaklaşımda da görüyoruz. "Rüya ile amel edilmez" hükmüne rağmen belli bir düşünceyi/eylemi dayatmada rüyaların ısrarla kullanılması; 'füruat,' 'içtihad' ve 'maslahat' gibi kavramların 'zaman ve zemine uygun' kullanımı bunun örnekleri.
Kur'ân'ın kadın, tesettür veya Yahudiler üzerine hükümlerinin 'zaman ve zemine göre' yeniden yorumlanması da...
Bütün bu örneklerin gösterdiği üzere, Gülen hareketi eklektik, faydacı ve cemaat-odaklı bir din anlatısıyla öne çıkıyor. 'Seçilmişlik' algısı içeren 'bâtınî' bir söylemle de desteklenen; kendi gördüğünü ümmetin nezdinde müzakereye açmak yerine, bu eklektik/ bâtınî söylem üzerinden ümmete dayatan tekçi ve mutlakçı bir anlatı hem de! Bu anlatıdaki en önemli problem, 'bilmemekten' değil, 'algının ve ilginin seçiciliği'nden kaynaklanan bir seçmecilik... Bilgideki bu filtreleme, yorum ve uygulamada 'hakikatin dengesi'nin yitirilmesi sonucunu getiriyor. Dahası, verili bilginin araçsallaşması; kişinin hakikate göre biçimlenmesini değil, kişinin hakikati kendine göre biçimlendirerek yeniden inşa etmesi sonucunu doğuruyor.
Gerçeklikten bu şekilde kopan bir dinî söylemin bugün varıp dayandığı yerden, herkesin alması gereken çok önemli dersler var. 'Seçilmiş,' 'seçmeci' ve 'tekçi' her türden anlayışa karşı tedbiri elden bırakmamak, bu derslerin en birincisi...