Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nda 24 Eylül'de yaptığı konuşmada, Suriye krizi karşısında sergilediği aymaz tutum nedeniyle BM'yi topa tutmaktan çekinmedi. Bugüne dek büyük çoğunluğu devlet terörü sonucu hayatını kaybeden 120 bin Suriyeli için BM Güvenlik Konseyi kılını bile kıpırdatmadı. Geçen ay rejime bağlı güçlerin Şam'ın Guta bölgesine yönelttiği kimyasal saldırı sonucu en az 1300 insan hayatını kaybetti. Katliamcı Esed rejimine zaman zaman sert eleştiriler yönelten Batılı devletler, Suriye'nin kimyasal silahlarını imha edeceği güvencesi karşılığı Baas rejimini cezalandırmak için BM kanalıyla askeri operasyon düzenleme fikrinden çabucak çark ettiler.
Gül, Genel Kurul'daki konuşmasında Suriye'deki insani kriz karşısında başta ABD ve İngiltere olmak üzere, Batılı devletlerin gösterdiği -Rusya ve Çin'den pek de farklı olmayan- kayıtsızlık ve ilkesizliğe atıf yapmaktaydı. İşin acı tarafı, Suriye rejiminin iki yıldan fazla bir süredir işlediği insanlık suçları karşısında ikiyüzlü bir tutum sergileyen bu dört devlet de Güvenlik Konseyi'nin veto imtiyazına da sahip 'sürekli üyeleri'. Gül'ün şu sözlerine o nedenle kulak vermek gerekiyor: "Suriye'nin kimyasal stokunun imhasına ilişkin anlaşma, rejiminin işlediği diğer suçların hesabını vermesinden kaçmasına fırsat tanımamalıdır... BM Güvenlik Konseyi'nin Suriye'de asli sorumluluğunu yerine getirmedeki başarısızlığı utanç vericidir." Güvenlik Konseyi'nin Suriye dramı karşısındaki tepkisizliğinin saldırgan rejimleri cesaretlendirdiğini vurgulayan Gül, dünya barışının bir nevi garantörü sayılan BM Güvenlik Konseyi'ne ilişkin insanlığın ortak beklentisine şu sözlerle vurgu yapmıştır: "Acımasız eylemlerin faillerini adalete ve hukuka teslim etmeye muktedir bir BM'ye ihtiyacımız var." Cumhurbaşkanına göre, BM'nin görevini layıkıyla yerine getirememesi ve tutarlı olmaktan uzak oluşu, aynı zamanda Güvenlik Konseyi'nin Soğuk Savaş sona erdiği halde hâlâ 'bir imtiyazlılar kulübü' olarak kalmasının da bir sonucudur. Nitekim şu sözler de O'na ait: "Dünyadaki yeni koşullar ışığında, gerçek anlamda demokratik, temsil kabiliyetine sahip, etkin ve hesap verebilir bir Güvenlik Konseyi gerekmektedir."
Nasıl bir BM?
Bağlayıcı karar yetkisine sahip olan Güvenlik Konseyi'nin Soğuk Savaş sonrasında, Doğu-Batı kutuplaşması sona erdiğinden, uluslararası ilişkiler düzeneği içinde daha etkin bir rol oynamaya başlaması, daha fazla sayıda karar alabilmesi ve 'uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehditler'i daha geniş bir çerçeve içinde değerlendirmesi, ne yazık ki bu örgüte yönelik çifte standart ve ilkesizlik suçlamalarını da beraberinde getirmiştir. Nitekim 1990'lardaki Ruanda ve Bosna soykırımları karşısında uzun süre sessiz kalan Güvenlik Konseyi, İsrail'in hem Filistin halkına yönelik işgal, sömürgeleştirme ve devlet terörü, hem de Lübnan ve Suriye gibi komşu ülkelere yönelik saldırıları karşısında son yirmi yılda sessiz ve sitemsiz kalmıştır.
Bilindiği üzere, Soğuk Savaş'ın sona erdiği 1990'ların başlarından bu yana, Güvenlik Konseyi, 'insanî müdahale hakkı' çerçevesinde aldığı kararlar yoluyla, uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit tanımının kapsamını, yalnızca başka ülkelerin topraklarında girişilen işgal ve askeri müdahale eylemlerini değil, bir ülkenin 'içinde' patlak veren insanî krizleri de kapsayacak şekilde genişletmiştir. Bu krizler soykırım, etnik temizlik, sistematik işkence, toplu tecavüz, askeri darbe ve bundan kaynaklanan iç çatışmalar, köleleştirme ya da bir halkın topraklarından topluca sürülmesi gibi menfur fiillerin neticesinde ortaya çıkmaktadır. Böylece bu dönemde BM Kurucu Antlaşması'nın 39. maddesi temelinde, vahim düzeydeki insanî krizleri bertaraf etmek için Güvenlik Konseyi'ne askerî müdahale yetkisi verilmiştir. Söz gelimi, Konsey, 1991'de Kuzey Irak'ta bastırılan Kürt isyanı sonrasında komşu topraklara mülteci akımına da yol açan insani krizi çözüme kavuşturmak için 688 sayılı kararı, 1994'te Haiti'de 1991'de seçilmiş Devlet Başkanı Jean-Bertrand Aristide'i devirerek ülkeyi kargaşa ve iç savaşa iten askeri cuntayı alaşağı etmek üzere 940 sayılı kararı kabul etmiştir. 2011'de ise Libya'daki demokrasi taleplerine silahla karşılık veren ve birçok katliama imza atan despotik rejimi durdurmak için 1973 sayılı kararla Libya havasını uçuşa yasak bölge ilan etmiştir. Bunlardan daha vahim insani sonuçlara yol açmış bulunan Suriye trajedisi karşısında Konsey'in aldığı bu 'kokmaz bulaşmaz' tutum ise, tam anlamıyla bir 'skandal'. İşte, Cumhurbaşkanı Gül Genel Kurul üyelerinin dikkatini bu büyük skandala çekti.
Kuşkusuz BM'nin yapısının değişmesi, daha temsili olması, gerekiyor. Söz gelimi, uzun vadede sürekli üyelik imtiyazı kaldırılırken, kısa ve orta vadede sürekli üyelerin sayısı farklı coğrafyaları ve medeniyet havzalarını yansıtacak şekilde artırılmalıdır. Tüm devletlerin temsil edildiği Genel Kurul'un yetkileri demokratik temsil ilkesi çerçevesinde arttırılmalıdır. Güvenlik Konseyi'ndeki kararlar, bugüne dek gözlendiği üzere, kapalı kapılar ardında değil, daha şeffaf bir çerçeve içinde alınmalıdır. Şeffaflığı ve açıklığı ilke edinen daha demokratik ve temsili bir Konsey, hem sürekli üyelerin reelpolitik kaygılarının oyuncağı olmaktan kurtulacak hem de dünya barışına yönelik tehditler karşısında daha etkin ve tutarlı bir performans sergileyebilecektir. Türkiye'nin BM'ye yönelik eleştirileri aslında bu örgüte ilişkin alternatif bir vizyonunun mevcudiyetini de göstermektedir. Nitekim SETA için yazdığımız "Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Eşitsizlik" başlıklı raporda vurgulandığı üzere, "küresel sorunların hâlli için yeniden yapılandırılması gereken BM'nin, içinden geçeceği bu reform sürecindeki yeni vizyonunun ve eylem planının şekillenmesinde... Türkiye'nin görüş ve önerilerinin özgül ağırlığının yüksek olacağı açıktır."