Adını vermem, kendime bir kafe buldum, deniz kıyısında, hatta üstünde. Pazar sabahları oraya gidiyorum, zamanın nispeten aylaklaştığı yazın, çok ender de olsa, hafta içinde de uğruyorum, gene erkenden. Orada, üstünde oturup, denizin bin bir renge girişini, devasa gemilerin usulca süzülüp geçişlerini, karabatakların, martıların suya dalıp çıkışını izliyorum. Deniz, müthiş bir sabırla ve beni mest ederek oralardaki bir boşluğa dolup dolup boşalıyor. Sadece o renklere bakmak bile insanı hayal iklimlerine sürüklüyor.
NE PİSUAR TEMİZ NE DE KLOZET
Geçenlerde gene bir sabah oturup işimle uğraştıktan sonra çıkıp gidiyordum ki, tuvaleti kullanmak ihtiyacı hissettim. Girmek öyle kolay değil. Yanınızda anahtarlı biri geliyor, size kilitli kapıyı açıyor. Bu özen nispeten temiz bir yer bulacağımı düşündürdü. Girdim, içinde dönülmeyecek kadar küçük bir odacık buldum. Standartlara göre epey yukarı asılmış bir pisuar var. Bir de klozet. Aman Allahım ne birini kullanmak kabil ne de diğerini. Pisuarın etrafı idrarla kaplı, ortalık idrar kokusundan geçilmiyor. Kendimi dışarı zor attım. "Yahu bu ne iştir?" dedim, malum bahane, sebep bulma girişimleri... O an aklıma bir şey düştü: Bu işler mimarlığın sorumluluğunda değil mi? Yıldırıcı bir soru olduğundan açayım...
İstanbul'un böyle kıyı kenar semtlerinde oturan mimar tanıdıklarım vardır. Uğraşır didinir, çevrelerine mimarca bir katkıda bulunmaya çalışırlar. Bazen belli bir hududa kadar başarır bazen de başaramaz, büsbütün küser, yollarına giderler. Son derece önemli, onurlu ve o kadar da işlevsel bir girişimdir bu. Bir mimar, doktor, avukat gibidir diyeceğim ama onlardan daha ötede boyutları vardır yaptıkları işin. Doktora, avukata sorununuz olduğunda gidersiniz, bireysel bir başvurudur bu; gerçi onların da kamusal çabaları olabilir ve bunu yerine getirirler ama mimarlık gene de özü, kökeni itibariyle toplumsal bir çabadır. Bir insanın ev içindeki düzeni, bütün toplumu ilgilendirir.
Hayatın her anı onların çabası içindedir. Evde otururuz, mimarlık işidir. Sokakta, kaldırımda yürürüz, onlarındır. Çöp toplanmasından işte şu anlattığım tuvalete kadar mimarlar hayatımızı yönlendirir. Bunu belirtirken yanlış aktarmayayım: Mimarları, sadece yaptıkları değil yapmadıkları işlerden de sorumlu tutuyorum, hatta daha çok o planda sorumluluk sahibidir.
Şu bahsettiğim tuvalete hiç girip çıkan mimar yok mudu? O mahallede yaşayan mimarlar bulunmaz mı, o tuvaleti kullanan? Peki onlardan biri, işletmeciye "Kardeşim bu yaptığınız baştan sona yanlıştır, gelin ben size, toplumsal hizmet adına bir tuvalet tasarlayayım, en ucuzundan ama bir o kadar da kullanışlı, aynı parayı harcayacaksınız, sonunda işe yarar bir yeriniz olacak" derse, o işletmeci "Hayır" der mi?
Mahalle hekimleri yok mu dünyanın birçok yerinde, Türkiye'de de yok mu onlardan, var, peki mahalle mimarı niçin bulunmasın? Kimse bana imar yasalarından, belediye mevzuatlarından, yönergelerden söz açmasın, ben toplumsal bilinç etrafında örgütlenen bir anlayıştan söz ediyorum. Bir mimar, o bilince sahipse etrafına sahip çıkar ve bu yanlışların yapılmasına izin vermez.
Ayrıca belirteyim, Türkiye'deki mimarların toplumsal bilinci çok yüksektir. Sadece mimarlığın kendi 'yapı' meseleleri bakımından değil, toplumsal, siyasal planlarda da çok güçlü görüşleri ileri sürmüşlerdir. Doğrusu da budur; mimarlık toplumsallığı en geniş kucaklayan artistik bir üretim alanıdır. Türkiye'de 1970 sonrasındaki önemli toplumsal dönüşümlerde ön safta mücadele edenler mimarlardır. Belki şu yazdığım konuda da bir girişimleri vardır, bilmiyorum. Ama bu 'mahalle' ölçeğinde örgütlenmeyi ve müdahaleyi, içinde yaşadığımız büyük estetik yoksulluk döneminde çok önemli buluyorum. Hatta, devletin resmi yaklaşımlarından uzak biçimde bu işin yapılması bana göre daha da önemlidir.
ESTETİK YIKIM İÇİNDEYİZ
Geçenlerde Başbakan Erdoğan da 'ayağa takılan kaldırım'dan söz etti. Kaldırım yapamayan bir ülkeyiz. Çünkü mimarlık ve estetikle bağımızı kopardık. Kaç kez gördüm evimin önündeki kaldırımın dün köyden gelmiş, hiç tecrübesi olmayan amelelere el yordamıyla 'onartılıp', o onarımın ikinci gün kendisinin onarıma muhtaç hale gelişini.
Mimarlık sadece büyük, anlı şanlı yapılar yapmak değildir. En küçük birimin dahi doğru örgütlenmesidir. Mimari, hayatın kendisidir. Ev, mahalle, ilçe, kent, ülke diye giden içiçe geçmiş çemberlerdir. Birindeki aksama diğerlerini de etkiler. Bu maksatla yıllar önce Mehmet Yılmaz, Radikal'in başındayken ona haftada bir,w kötü mimarlık örneklerini ele alıp irdeleyen, eleştiren, doğruyu öneren mimarlık yazıları yazdırmasını önermiştim, ikiletmeden "Bul" dedi. Müracaat ettiğim eşim dostum ise sanki istediğimiz bu değilmiş gibi, bana haftada dört-beş gün köşe yazısı yazmak isteğinden bahsetti. O da olabilir, olmalıdır da ama 'ehem'le 'mühim' arasında bir fark olduğunu, önem hiyerarşisi diye bir kavram olduğunu unutuyorlardı. Önerim uygulanmayınca onların istekleri de uygulanamaz oldu.
Oysa çok yararlı olurdu öyle bir başlangıç, bize ufuk açardı. Etrafımızda görmeden geçtiğimiz eksiklikleri duyurur, dünyaya başka bir göz ve bilinçle bakmamızı sağlardı. Evet, mimarlık bir bütünsel bilinçtir. O bütünlüğü taşımayan uygulamalar eksiktir, ondan da öte yanlıştır. Türkiye, büyük estetik yıkım içindeyse, onu bu alandaki yetersizliğinden, mimarlık bilinci yoksunluğundan yaşıyor. Ve kimse sanmasın ki, estetik yetersizlik sadece bir zevk sorunudur. Hayır, o kısıtlama yayılır, genişler, büyür ve hayatın her düzeyini kaplar, kapsar, aynı derecede etkiler.
Yaşadığımız onca sorunu ben mimarlık krizi diye açıklıyorum. Mimarların dışlanmasından, iyi mimarlığın gündelik hayata nüfuz etmemesinden kaynaklanan bir kriz bu. Mimarlığı hayata taşımadıkça da devam edecek. O nedenle: Mimarlar, hayata el koyun!