İstanbul elbette her geçen gün biraz daha tahrip edilen bir şehir. Kentin Bizans ve Osmanlı dönemindeki izleri bilerek bilmeyerek siliniyor. O zamanlara ait yapıların ortadan kaldırılması, şehri merkezinde kemiren yeni oluşumlar her gün kendisine biraz daha yabancılaştırıyor İstanbul'u, veya kendisinden biraz daha uzaklaşıyor.
Yalan değil, benzeri bir manasızlık bugün bir müze kent olarak adlandırdığım ve her şeyin yerli yerinde durduğunu sandığımız Paris'te de, Londra'da da yaşanmış.
Ama ardından kararlar alınmış, verilmiş ve hiç değilse o günden sonraki yapılar, yapıtlar, her neyse, korunmuş.
İstanbul'da o noktaya gelmedik.
Çok defalar yazdım.
İstanbul'u kendisine muhafazakar diyenler bu hale getirmiştir.
Yıkımcıl dönüşüm 1950'lerde başlamıştır. 'Modernleşme' şehri boydan boya biçmiştir.
Bu tükeniş hazindir. Bizim muhafazakarlığımız kendisini ne olduğu üstünden değil hep ne olmadığı üstünden tarif ettiği için ve gene "muhafazakarım" diyenlerle "modernim" diyenler arasından ideolojik bakımdan dinin görünürlüğü, Müslümanlığın ifade ve icra edilmesine dönük değerlendirmeler dışında bir fark olmadığından geçmiş kültürel birikimi korumak gibi meselelerle meşgul olmamıştır, muhafazakarlar. Aksine modernlerden daha fazla modernist olmuşlardır.
GEÇMİŞE AİT İZLERİ SİLDİK
Bu muhafazakarlık meselesine bir de şu vurguyu yapayım: muhafazakarlığımız köylüyü ve kasabalıyı şehirliyle kaynaştırmak maksadını güder. Şimdi uzun uzun tartışmanın imkanı yok ama muhafazakarlık bizde böyle köy ve kasaba ekseninde gelişirken Batı'da kent planında görülen bir ideolojidir. Bizde muhafazakarlık şiddetli bir popülizmle haşır neşirken gene Batı'da popülizme kapalıdır ve modernleşmeyle ancak ona karşı alınacak tedbirler manasında meşguldür. Biraz sınıflarla siyasetler arasındaki ilişkileri bilenler için bu tersliklerin nedeni basit: muhafazkarlık bizde en fazlasından burjuvaziye ait bir politik tercihtir.
Batıda ise aristokrasilerin ideolojisidir. Aristokrasisi olmayan bir toplumda bu 'eksiklerin' yaşanmasından daha doğal ne olabilir? Bizim muhafazakarlığımız kültürel değil dinseldir; üstyapıyla değil altyapıyla meşguldür.
Uzun sözün kısası muhafazakarlık bizde ahfadın dedeyi, babayı reddiyle kendisini tanımlar. Geçmişin yüceltilmesi sadece bir belagat meselesidir. Gerçekle ilişkisi olan bir edim değildir. Bunun bir nedeni hayali kurucu ideolojinin çok yanlış biçimde askeri darbelerle rehabilite edilmesidir. Şu malum ve meşhur Fransa örneğine yeniden dönersem, kendisini 'devrimin çocuğu' olarak adlandıran Napolyon, 1804'te kendisini imparator ilan etti.
Böylece Fransa cumhuriyet yönetimi ve idealleriyle monarşiyi iç içe yaşadı. Krallığın kültürüne yabancılaşmadı.
Eğitimini bu yönde radikal bir hale getirmedi. İngiltere'de bu kadarı da olmadı. Krallık daima devam etti ve imparatorluk kültürünün sürekliliği sağlandı. Ne bileyim, Danimarka'da da, Belçika'da da, İspanya'da da (uzun aralara rağmen) bu iş böyle yaşandı.
Biz ise çok yakın bir tarihe kadar geçmişe ait izleri silmekle meşgul olduk.
Bugün bazı şeyler değişiyor mu, emin değilim. Zaten bu işler öyle ha deyince olacak türden ve kolaylıkta değildir. Zamana ve genel kültür seviyesine bağlıdır.
Büyük yanlışlar da orada yapılır: ihya edilmesini, korunmasını istediğimiz Osmanlı kültürü yüksek kültürdü, saray ve aristokrasi kültürüydü.
Bizse o 'rehabilitasyonu' tamamen popülist bir anlayışla ve popüler bir kültür tercihiyle yapmaya kalkışıyoruz ki, iplerin asıl koptuğu yer orasıdır. Kırsal alandan çözülüp gelmiş bir kent nüfusuyla Osmanlı saray kültürünü buluşturmak pek öyle kolay yutulur bir lokma değil.
OSMANLIYLA BARIŞMA ZAMANI
Gene de yapılması gereken işler var. Geçenlerde okuduğum bir gazete haberi beni düşündürttü. Meclis'te 'Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bulunan bilumum mebanii resmiye ve milliye üzerindeki tuğra ve methiyelerin kaldırılması hakkında kanun'un kaldırılması için teklif verilmiş.
Eski kanun metinlerini okumaktan zevk aldığım için 28 Mayıs 1927'de yapılmış bu kanunu bulup okudum.
Gerçekten çok güzel yazılmış bir metin. Gayet akıllıca hazırlanmış. Sultanlara ait, Osmanlı'ya ait izlerin kamu maksatlı kullanılacak binalardan kaldırılmasını öngörüyor.
İzler kaldırılmaz veya örtülmezse binalar kamu binası olarak kullanılamayacak.
Ama çok nazik yazılmış bir kanun: bu işlemin binaya ve armaya zarar vermemesini öngörüyor, armaların müzelere aktarılmasını istiyor. Bir koruma, bir saygı mantığına yaslanıyor.
Şimdi deniyor ki, kanun teklifinde, o zamanlar böyle bir uygulama anlaşılabilirdi ama artık bunu değiştirelim.
Yerden göğe kadar katılıyorum.
Cumhuriyetin 90. yılında Osmanlı armalarının, hatlarının üstünü örtmek artık daha fazla kültürün, uygarlık anlayışının kabul edebileceği bir şey değil. Cumhuriyet kendi temellerine oturmuştur.
Artık Osmanlıyla barışma zamanı gelmiştir. O canım Osmanlı yapılarının daha fazla bu zulme katlanmasının manası yoktur. Nasıl cami yapılmış kiliselerin eski hallerine iade edilmesini, fresklerin açılmasını istiyorsam, bu uygulamanın da sona ermesini, bütün o binaların muhteşem işleme ve aramalarını artık gün yüzüne çıkmasını o kadar istiyorum. O binaların ihya edilmesini, onların bütün şatafatıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nun debdebesini saltanatını şimdi devralacağımız biçimde gündelik kullanıma açılmasını istiyorum. Bunu muhafazakarlardan olduğu kadar ulusalcılardan da talep ediyorum. Eski bir kitabımın adında söylediğim gibi, çünkü, kültür tarihi affetmez.