Hollanda'daki Rijk Müzesi ile Mimar Sinan Üniversitesi'nin işbirliğiyle Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ndeki tablolar, piyanolar onarılıyor, çerçeveler aslına uygun hale getiriliyor. Hayrünnisa Gül de bu çalışmanın destekçisi
Geçen cumartesi sabahı hayli zamandır kısmen yakından, kısmen de uzaktan izlediğim bir çalışmayı, daha yakından ve daha kurumsal bir çerçeve içinde görme imkanı buldum. Bu çalışmalar benim de uzun yıllardır çeşitli nedenlerle 'içinden' bildiğim çok ağır bir sorunun giderilmesine yönelikti: Türkiye'deki maddi tarihsel birikimin, yani tabloların, hatların, kitapların, çeşitli madenlerden yapılmış objelerin korunması.
***
Uygarlık korumakla eş anlamlıdır. İnsanlar ölülerini gömmeye başladıkları günden itibaren anıları ve geçmişleriyle birlikte yaşıyor. Geçmiş sadece nostaljik anlamıyla mevcut değil, olamaz da. Nostalji bir duygudur ve üretilmiş zihinsel bir tavırdır. Fakat geçmişin korunması bir politika meselesidir. Bu maksatla oluşturulmuş evrensel kurumlar var. '
İnsanlık mirası' diye bir kavram var. Yani geçmiş sadece bir ülkeye, bir millete, bir kültüre ait de değildir. Korunması bir insanlık görevidir
Bu konularda ne kadar yavan olduğumuz artık neyse ki biliniyor. Belki fazla bir şey yapmıyoruz henüz, ama hiç değilse bu olgunun ayırdındayız. Henüz çok yetersiz bir noktada bulunsak da geçmişi korumamız gerektiğini en nihayet idrak ettik. Kentsel düzeyde yakıp yıkmayı sürdürüyoruz ve ne yazık ki, son 60 yıldır
muhafazakar olduğunu söyleyenlerin hiçbir şeyi
muhafaza etmediğini çoğu zaman içimiz yanarak görüyoruz. Yıllar önce Kültür Bakanlığı'ndayken İstanbul'daki Zeyrek semtini UNESCO çerçevesine aldırmak için çektiğimiz çileyi bilirim. Yıllarca Zeyrek'e tek bir çivi bile çakılmadığı için o listeden çıkarılmak istenmesini de yüzüm kızararak izlemiştim. Müzelerin hali pür melali ortada. Depoları depo değil. Salonları salon değil. Koruma, onarım, yenileme çalışmaları yapan kurumları yok. Kendi kendine ayakta durmaya çalışan yerler müzeler.
***
Bir süredir Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde bu yönde çalışmalar olduğunu biliyordum. Önce çeşitli nedenlerle Köşk'e girip çıkarken oranın mekan olarak son derecede estetik bir biçimde dönüştürüldüğünü gördüm. Aklımın hiç almadığı iki konudan biri böylece ortadan kaldırılmış, döküntü bir halde bulunan,
devlet itibarı denebilecek herhangi bir duyguyu yansıtmaktan o derecede uzak Köşk, uygar bir düzeye getirilmişti.
Diğeri Ankara'da havaalanından şehre giden köy yolundan farksız yolun insan içine çıkacak şekle sokulmasıydı. Ankara, Türkiye'nin başkentiydi. Yoksulluk yıllarında düşünülenler ve yapılanlar 1950 sonrasında unutulmuş, her şey sıradanlığa terk ve mahkum edilmişti. Neyse ki şimdi daha makul bir noktadayız.
Ardından tabloların, depoların, Atatürk'ün yaşadığı evin restore edildiğini öğrendim. Bir vesileyle ziyaretimde Hayrünnisa Gül Hanımefendi bana yapılanların bir bölümünü gösterdi. Gördüklerimle gözlerime, duyduklarımla kulaklarıma inanamadım. Köşk dünyanın en değerli gümüşlerini kararmasınlar diye nikelajlamış, altın varak çerçeveleri sarı soba boyasıyla boyamış, en değerli tabloların üstüne camları yapıştırmış, dünyanın en değerli piyanolarını kırıp döküp depolara atmış, depolarını zerzavat pazarındaki ambarlardan beter hale getirmişti.
***
Uzun araştırmalardan sonra dünyada bu konuda en ileri ülke olarak bilinen Hollanda'daki Rijk Müzesi'nin konservasyon bölümüyle ilişkiye geçilmiş ve en nihayet oradan bir ekibin gelip Türkiye'de Mimar Sinan Üniversitesi Konservasyon Bölümü ile işbirliği yapması sağlanmıştı. O arada Köşk'teki tablolar teker teker elden geçirilmiş, depolar dünya şart ve standartlarına uygun hale getirilmişti. Aynı şekilde ustaları bulunarak piyanolar onarılmıştı. (Bu başlı başına bir hikaye, Türkiye'de belli bir düzeyde piyano tamiri yapmak için kala kala sadece iki Ermeni ustamız kalmış.)
Çerçeveler, hatlar, objeler asıllarına uygun hale getirilmişti. Sahte tablolar ayıklanmıştı. Atatürk'ün yaşadığı köşk onarılıp ilk haline getirilmiş, depolara atılmış eşyaları ortaya çıkarılıp vitrinler içinde sergileniyordu.
Geçtiğimiz cumartesi günü Mimar Sinan Üniversitesi'nin laboratuvarlarını gördük. Her şey çok güzel ve heyecan vericiydi. Bir insanın azmi her şeyi değiştirmeye yetmişti. Tabloların onarılınca nereden nereye geldiğini gördük. Her şey akla durgunluk verecek bir sihir gibiydi. Şimdi sıra başlayan çalışmaların kurumsallaşmasındaydı. O aşamada da çok ileri ve sevindirici bir noktada mıyız, bilemiyorum. Gönlüm bu işlerin bir yasaya bağlanmasından yana. Bunca girişim, bunca etkileyici sonuç muhakkak kalıcı hale getirilmeli, kendi kendine işler bir düzeye kavuşturulmalıydı.
Kendi mirasını korumayan bir ülkenin itibarı yoktur ve acınır sadece o ülkeye. Bugünkü bilinç gelecek kuşaklara taşınmalı, Türkiye, müzelerinin bu ilkel halini aşmalı ve maddi tarihsel birikimini geleceğe ulaştırmalıdır.
Ancak ondan sonra uygar olacağız.