Tuhaf yeni kısaltmalar girdi hayatımıza. GDO, NBŞ! Özellikle bu NBŞ'ye, yani nişasta bazlı şekere hasta oluyorum! Söylenenler doğruysa, ki öyle görünüyor, yıllarca yediğim tatlı, hazır bisküvi ve gofret miktarı göz önüne alındığında, pankreas hastalıklarına hazırlık yapmam yerinde olacak! Çikolata, bisküvi, kola, gazoz, ketçap, soslar, hazır çorba, reçel ve sahte balın yanı sıra birçok tatlıcı ve pastanenin mamullerinde de bu mısırdan türlü işlemle elde edilen, kan şekerini yükseltmeyen ve bağımlılık yaptığı iddia edilen ucuz şeker türevinin kullanıldığı ifade ediliyor. En fenası da ekmek! Ha, onda da varmış iyi mi? Öyle görünüyor ki NBŞ, yıllardır beslenmemizin temel taşını oluşturmuş ve bir iki şirket bu yüzden çok tatlı şekilde zengin olmuş! Et konusundaki skandal henüz patlak vermedi, ama eli kulağındadır, bekliyorum. Zira mısırla beslenen büyükbaş hayvan, aslında bünyesi buna uygun olmadığından hastalanıp duruyor. Yediğimiz neredeyse bütün hayvanlar meralar yerine sıkış tıkış, ayakta bile duramadıkları çiftliklerde yetiştiğinden, hepsi bu hastalıkları birbirine geçiriyor. Dolayısıyla hayvanlara düzenli olarak antibiyotik veriliyor ve bu etleri biz afiyetle yiyoruz! Otla beslenen, merada kendini yaya yaya dolaşan hayvan çok az. Bu antibiyotikli, obez ve sağlıksız hayvanların sütünün ve sütünden yapılmış ürünlerin de insanı hasta ettiğini, hatta daha ileri gidip 'zehir' olduğunu söyleyenler var! Gitti mi süt, peynir, yoğurt, tereyağı, kaymak! Ben en azından haftada bir kaymak yemezsem, yaşama sebeplerimden biri bitmiş demektir! Hafta boyunca hafta sonu yapacağım kaymakballı kahvaltıyı hayal ederim, bunun için çalışır, yazar, oynar, nefes alırım diyebilirim! Ne olacak şimdi? Tavuklar için de benzer yem ve hormon iddiaları konuşuluyor. Su zaten sanayi atıklarından o kadar kirlenmiş ki, balıkların çoğu civa deposuymuş! Sebze meyvedeki GDO, böcek ilacı ve hormon durumu da malumunuz. Çok şükür iştahı yerinde bir insanım, lezzetli olduğu sürece yemek seçmem. Ama işin tadı kaçmış artık! Restoranlarda yemeğin özgeçmişini ve ölmeden önceki yaşam biçimini sorgular hale geldim: "Etleri nereden alıyorsunuz? Hangi çiftlik o? Hayvanlar ne yiyor? Boş zamanlarında neler yapıyorlar, yürüyüşe çıkabiliyorlar mı? Bu lüfer sağlığında nerede ikamet etmiş?" Korkumdan, yatılı okulda gibi, vurdum kendimi makarnaya, kurufasulye pilava! Yakında onlardan da bir arıza çıkarsa Tarım Bakanlığı'na karşı çok çirkinleşebilirim! Pozitif kısaltmalar istiyorum ülkede, ÇDİ (Çayırda Dolaşan İnek), DKM (Dalından Koparılmış Meyve) gibi. "Türkiye'nin şurası şöyle, burası böyle filan ama bu ülkedeki yemek hiçbir yerde yok," geyiği vardı eskiden. Artık yemek yerken şüphe içindeyiz! Zaten yavaştan, sanki sembolik biçimde, sofralarımızla eşzamanlı, memleketi bir paranoya, endişe ve zehir bulutu kaplıyor... Haftalardır haber bültenlerindeki tek neşeli haber, mayosundan kurbağa çıkaran çocuktu, o da zaten Amerika'da olmuş! Şantaj, komplo, tehdit, şüphe, tutuklama laflarından içim kıyıldı! Telefonda adamakıllı bir muhabbet yapmak imkansız, köşedeki tuhafiyeci bile telefonlarının dinlendiğinden yüzde 100 emin de, evinde dinleme aleti var mı yok mu, ondan şüpheleniyor! İyi adamlar kim, kötü adamlar kim birbirine karıştı. Hava da kapalı, karanlık, parçalı bulutlu. Sanki iklim kuşağı değişti. Bu bulutlu hava ve ortamda film senaryomun son aşamasıyla uğraştım birkaç haftadır. Canımın içi, bir tanecik ve anlayış heykeli SABAH Pazar yönetimi de, sağolsunlar birikmiş yıllık izinlerimi bahane edip tatil verdi. Onun için yazım yoktu son haftalarda ve bu yüzden posta kutumda sizden gelen fırçalar birikti! Bir daha olmaz!