O
hanım, UNESCO toplantısı için gelmişti Ankara'ya. Bir Filistinli'yle evliydi, Amerikalı'ydı. Paris'te yaşıyordu. Çok güzeldi. Ben de Kültür Bakanlığı'nda görevliydim. Adet olduğu üzere dönemin Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle ki, başlarında İsmet Birsel olduğunu çok net anımsıyorum, heyeti yemeğe götürdük. Henüz 35 yaşındayım. Yemeğin sonuna doğru Madam "Şimdi ne yapacaksın?" deyince "Bir bar var oraya gideceğim" dedim. Merak etti, gelmek istedi. Gittik, kapıyı vurduk, Bakır açtı, girdik. Duvarlar silme siyah-beyaz fotoğraflarla dolu. Etrafta uygar, konuşan, tartışan insanlar var. Herkes birbirini tanıyor. "Ne kadar hoş, hiç böyle bir yer görmemiştim" dedi. Oysa o tarihte Siyah Beyaz, 1984'te açıldığına göre, sekiz-dokuz yıllık bir yerdi. Siyah Beyaz sadece bir bar değildi. Bir galeriydi aynı zamanda. 1980'li yılların ortasında, Özal dönemi başladığı sıralarda, 1983 seçimlerinin ardından, Ankara'da yaşayan, çoğunluğu ODTÜ'den geçmiş ve 12 Eylül'ün de üstlerinden silindir gibi geçtiği gençler kendilerine yeni bir hayat arıyordu. Biraz nefes almışlardı. O arada Türkiye 'resmi' keşfetmişti. Yeni sanat galerileri açılıyordu. Ankara bugünkü kadar içine kapalı değildi. Hâlâ önemli bir entelektüel ve mali sermayeye sahipti. Faruk Sade, ayrıca ve uzun uzun incelenmesi gereken bir serüven olan ODTÜ Mimarlık Fakültesi'nden mezundu. Ali Güreli ve Güllü Aybar'la Paris'e gidip kalmış, Mübin Orhon'la, Komet'le, Mehmet Nazım'la zaman geçirmiş, sanatla içli dışlı olmak istediğini anlamıştı. Döndüğünde de bu galeriyi açmıştı. Galerinin tek başına yaşaması mümkün görünmediğinden, yanına bir de bar eklemişti. Kısa sürede her iki mekan da birer efsaneye dönüştü. Şimdi 30. yıl kutlamaları için hazırlanan belgeselde de anlattığım gibi o tarihte Ankara'da bir galeri daha açıldı. O da aynı dönemlerde aynı okulda okumuş iki mimar tarafından kurulmuştu: Galeri Nev. Onun da bir barı ve bahçesi vardı. Bu iki kurumun, bahçeli, barlı alanlar olarak tanzimi, dönemin ruhu ve bu kuruluşların anlamları hakkında yeterince ipucu veriyor. Bir tür kaçma, sığınma, yalnızlaşma adalarıydı bunlar. Ama yalnızlık üstüne kurulu bir yalnızlık değil. Dayanışma, paylaşma, birlikte üretme anlayışıyla bütünleşmiş, benim 'kalabalık yalnızlık' dediğim tutumdu.
İLK SERGİLER ORADA AÇILDI
Siyah Beyaz'ın kapısından içeri yeni bir sanat girdi. Bugün artık hatırlanmıyor ama şimdi çok tanınmış birçok sanatçı ilk kez o galeride sergi açtı. Ben dahi, hatırlamadığım kadar uzak gelen o zamanlarda, o mekanda sergiler düzenledim. Faruk ve Fulya Sade daima yeni olana, farklı olana, değişik olana, öncü olana heyecan duyuyordu. Her mekan kendi cemaatini yaratır. Bu Siyah Beyaz için de geçerliydi. O yıllarda Bilkent Üniversitesi kabuk değiştiriyordu. Özellikle görsel sanatlar alanında Erdağ Aksel'in gelişini izleyen dönemde beklenmedik bir gelişme oldu. Yepyeni hocalar Grafik Tasarım Bölümü'nde ders vermeye başladı. Bütün o Hüseyin Bahri Alptekin, Vasıf Kortun, Fulya Erdemci, Bedri Baykam, Michael Morris ve daha niceleri (içlerinde bu satırların yazarı fakir de olmak üzere) Ankara'dan ve Bilkent'ten geçerken Siyah Beyaz istasyondu. Her cemaat kendi rutinleri ve hiyerarşisiyle yaşar. Bu hiyerarşi dediğimi adap-erkan olarak da alabilirsiniz. Siyah Beyaz'da da öyleydi. Sergiler açılır, yemeklere gidilir, cuma geceleri cumartesi sabahlarına ve cumartesi geceleri de pazar sabahlarına SB'de bağlanırdı. İşin ilginç yanı şuydu. Bütün cemaatlerde olduğu gibi, insan o kalabalığın içinde anonimleşirdi. Yalnız kalabilirdi. Bu çok önemli ve çok uygar bir tutumdur. Çok nadir yerde bulmuşumdur bu duyguyu. SB, onların başında gelir. Şimdi düşünüyorum, SB, kültürel kapasitesiyle, çok üretken, işlevsel manasında, 19. yüzyılın Paris bohemi gibi bir bohem yaratmış mıydı diye. Buna hemen olumlu bir cevap veremiyorum. Tam anlamıyla bir bohemden söz edemem SB bağlamında. Ama bohem olmasa bile yarattığı ilişkilerle, oluşturduğu ağla ve hazırladığı ortamla zengin bir zihinsel verimin altyapısını da kurdu. Orada ekoller hazırlanmış, akımlar yaratılmış, gruplar oluşmuştur.
ANKARA ARTIK ESKİ ANKARA DEĞİL
Siyah Beyaz isimli o çok güzel filmi yapan dostum Ahmet Boyacıoğlu,
Radikal'e yazdığı yazıda, orada bir hayat yaşandığını, efsaneye dönüştüğünü, bu kurumun ve filmin de giderek belgesel bir içerik kazandığını belirtiyor. Doğrudur bunların hepsi ama en önemlisi, orada bir büyük hayatın yaşanmasıdır. O insanlar şimdi yaşlanıyor. Ankara artık eski Ankara değil. Bütün entelektüel ve mali sermaye artık İstanbul'da. Siyah Beyaz'ın bu şehre gelmesi için zamanında çok ısrar ettim. Bugün orayı ikinci kuşaktan Sera Sade yönetiyor. Çok da iyi işler yapıyor. Ama İstanbul'a gelir mi, bilmiyorum. Bence gelmeli. 30. yıl kutlamalarına gidemedim. Ama Fulya Sade'ye gönderdiğim mesajda "Orası, lütfen, ben ölene kadar açık kalsın" dedim. Biri Paris'te, biri Los Angeles'ta olmak üzere ben ölene dek açık kalmasını istediğim üç yerden biridir Siyah Beyaz. Daha nice 30 yıllara.