Fransa Devlet Başkanı François Hollande'ın kendisinden kat be kat genç bir kadınla ilişkisinin açıklandığı, ortalığa dökülüp saçıldığı sırada ben de şu sıralarda yayımlanmış bir
François Mitterand biyografisi okuyordum.
Philip Short'un yazdığı
Mitterand: A Study in Ambiguity (Mitterand: Belirsizlik Üstüne Bir İnceleme) kendi tabiriyle '
büyük devlet adamlarının sonuncusu'nun adeta âlamet-i farikası olan 'belirsizliği' ele alıyor. Yalnız burada yanılmamak gerekir. Söz konusu belirsizlik Mitterand'ın ketumiyetini dile getiriyor. Bu sessizlik, kendisine dönüklük, ne yapacağını etraftan gizlemek o derecede ileri ki, başlangıçta, bu gerçekten karmaşık hayatı olan politikacıya '
sfenks' deniyor. Sonradan o derecede güçlü bir noktaya erişiyor ki, etrafı da adını '
dieu' (Tanrı) koyuyor, o derecede güçlü... Mitterand'ın ne hayatı uyuyor Hollande'a ne de kişiliği. Şimdiki devlet başkanı hayli düz birisi. O nedenle de siyasi hayatında '
bay normal' diye anılıyor. Onun da önemli özellikleri var. Örneğin daima bir yol bulmasıyla maruf. En zor durumlarda bile bir çıkış olabileceğini düşünüyor, onu zorluyor ve başarıyor. O derecede düz, neredeyse hiç karizması bulunmayan birinin bugün sahip olduğu koltuğa erişmesi başka türlü çok zor. Her ne kadar Fransızlar Sarkozy gibi bir 'bela' ile aşırı sağcı, ne idüğü belirsiz isimler arasında sıkışınca Hollande'ı seçmeyi 'normal'e karar vermek olarak nitelendirse de Hollande'ın şu belirttiğim özellikleri onun asıl yardımcısı oldu, uzun yolunu yürürken. Oysa Mitterand gerçekten zor bir insandı ve çok farklıydı. 1916 doğumlu bu politikacı çok sorunlu bir dönemde, 1945'te sonradan çok tartışılacak faşist Vichy hükümetinde bakanlık yapmıştı. Sonradan Sosyalist Parti'nin başına geçecekti ama hayata Katolik sağ bir siyasetçi olarak başlamıştı. Gerçi meşhur Direniş Hareketi'ne katılmıştı ama artık solda bir figürdü ve Direniş'in başı, sonradan devletin de başı olacak De Gaulle'e, 5. Cumhuriyeti kurarken direnmişti. Derken '
büyük yalnızlık' dönemi geldi. Her ne kadar solda diğer adayları teker teker devirip her başkanlık seçiminde aday olsa da çevresi '
kalın bir yalnızlıkla' örülüydü. Nitekim
Buğday ve Saman isimli günlüklerini okuyanlar, her vakit yemek yediği meşhur
Lipp lokantasında bir akşam hem yer hem de çalışırken gelen ölüm haberinden sonra
Başkan Pompidou için yazdıklarını unutmaz. 10 yıl boyunca onunla mücadele etmişti ama '
kader saati henüz çalmadığı' için bu defa da seçimleri Giscard d'Estaing'e kaybedecekti. 1981'de bütün kıta Avrupa'sı sağ siyasetlere kayarken o 'dağlılar'a çok alışkın Fransa'nın sosyalist başkaSnı olarak koltuğuna oturuyordu. (Devrimden sonra amfiteatr olarak düzenlenmiş meclisin en arka ve en yüksekteki sıralarında oturan ödün vermez sol kesime
'dağlılar' deniyordu.) O belirsizlik gene devreye girdi. Önce devletleştirme politikalarıyla başladı. Sonra özelleştirmeye döndü. Toplumu öylesine kavramıştı ki, her yaptığını ona kabul ettirebiliyordu. Öyle olduğu için de 1995'e kadar devlet başkanlığını sürdürdü. En uzun süreyle o makamda kalan ilk ve tek sosyalist başkan oldu.
MITTERAND ADETA BİR FİLOZOFTU
Asıl özel hayatıyla çarpıcı bir 'tip'ti Mitterand. Bir kere büyük bir edebiyat tutkunuydu. Aklı fikri edebiyatta ve felsefedeydi. Düşünün ki, gelmiş geçmiş en önemli düşünürlerden, işaretlerin hayatımızdaki anlamını sorgulayan
Roland Barthes, yoldaki trafik işaretini göremeyerek bir otomobilin altında kalıp can verdiğinde bir başka düşünür
Michel Foucault ve romancı
Marguerite Duras'la birlikte Mitterand'ın masasında yediği yemekten çıkmıştı. Prostat kanseri oldu ve yıllar yılı sakladı. Saraydan ayrılacağı vakit, ölüm artık muhakkaktı, o da bir felsefeci, bir din adamı ve bir uzay bilginiyle günlerce kapandı, sonsuzluk, ölüm gibi kavramları tartıştı ve yemeli içmeli toplantı bittiğinde "Ölümden artık korkmuyorum" dedi. Pahalı hediyeler seviyordu ama bir kültür insanıydı. 'Büyük Projeler' adını verdiği gerçekten önemli ve çok pahalı kültür projelerini başlattı ve sanatçılara büyük mekanlarda önerdiği işlerle Paris'i çağdaşlaştırdı. Her zaman yeme içme işine de meraklı oldu. Bizde ne yazık ki gösterilmeyen
Haute Cuisine filminde anlatılıyor "Ev yemeklerini özledim, yemeklerin tadı ve kokusu kadar bize çocukluğumuzu anımsatan ve bizi hayallere sürükleyen hiçbir şey yoktur" dediğinde büyük aşçı
Robuchone'a sordular, o da onlara ev yemeklerinde mükemmel olan
Daniele Mazet-Delpeuch isimli bir kadını salık verdi. Bulup getirdiler, kadıncağız birbirinden ala şeyler pişirdi. Sonunda rahatsızlığı nedeniyle rejimi değişince Delpuche, biraz da sarayın, elini kolunu bağlayan, erkek egemen kültüründen bezmiş halde işi bıraktı. Bir de 'son yemek' vardır. Ölmeden 12 gün önce yakın dostlarını davet etti. Bütün o istiridyeler, kaz ciğerleri bir yana, koruma altındaki
ortolan kuşlarından yemek istedi. Bu, armanyakta boğulan, tüyleri yolunduktan sonra hiç ayıklanmadan bütün halinde saatlerce pişirilen ve öyle, organları ve her şeyiyle birlikte yenen bir nadir yemekti. Çevresindekilerin şaşkın bakışları altında, usul gereği, başından aşırdığı büyük beyaz örtülerin altında bu kuşları hasta bedenine indirdi. Sonra yemek yemeği reddetti ve nihayet bir tür ötanaziyle dünyadan ayrıldı.
CENAZESİNE BÜTÜN ÇOCUKLARI KATILDI
Ama asıl mesele elbette 'kadınları'ydı. Bütün Fransa eşi Danille'den başka bir kadınla, Anne Pingeot, beraberliğini biliyordu. Her akşam sarayda yemekten sonra çıkıyor ve metresinin evine gidiyor, sabaha kadar kalıyor, kahvaltıdan sonra geri geliyordu. Ondan bir de kızı vardı. Fransa bu ilişkiyi 'en iyi saklanmış sır' olarak sonuna kadar muhafaza etti. Sonunda kendisi "Sırlarımla ölmek istemiyorum" deyince açıklandı. Bütün çocukları ve kadınları köyündeki cenazesinde hazırdı. Hollande bu resmin bir yerine oturuyor mu?
Madame de la Fayette'in
1678 (evet, 1678) tarihli
Princesse de Cleves romanından bu yana o ülkedeki 'saray' hayatının ne olduğunu biliyoruz ama galiba popülaritesi düşen bir başkanın 'yasak' (?) ilişkisiyle 'büyük başkanların sonuncusu'nun ilişkisi arasında kaçınılmaz bir fark oluyor. Gerisini Fransızlar düşünsün...