James Gandolfini, bir devdi. Ama onu dev yapan, büyük ve azametli cüssesi değil, vücuduna sığmayan ve kızgın bir yanardağın lavları gibi gözlerinden fışkıran insancıllığıydı. Gandolfini, rollerine bir oyuncudan çok bir baba, bir ağabey, bir dost edasıyla hayat verirdi. Yarattığı karakterler, hayatın içinden çekip çıkarılmış gibiydi. Bir gıdım bile sahtelik içermezlerdi. Haşmetiyle kıtalara hükmedebilecek bir güçle, içtenliğiyle en narin canlıları emniyette hissettirecek sevecenliği bir araya getirebilen efsanevi bir kraldı adeta. İnsan doğasındaki tezatları korkusuzca dışa vuran bir yeteneği vardı; tüm zamanların en iyi aktörlerinden biriydi. İşte tüm bu sebeplerden dolayı da, Tony Soprano gibi korkunç bir karakteri sadece o sempatik hâle getirebilirdi.
CANAVARIN İÇİNDEKİ GÜZELLİK
1999 yılında Amerika'nın önde gelen kablolu yayın kanalı HBO'da gösterime giren
The Sopranos dizisi, televizyonun çehresini değiştirdi. Öyle ki 1999 yılı televizyon için bir milat haline geldi. Daha sonra gelen
Deadwood,
The Wire,
Shield,
Lost,
Mad Men ve
Breaking Bad gibi dizilerin,
The Sopranos'suz bir dünyada varolabileceği düşünülemez bile. David Chase'in yarattığı ve 10 sene boyunca baş yazarlığını yaptığı dizi, televizyonu 21. yüzyıl popüler kültürünün en önemli unsuru haline getirdi.
The Sopranos'un bu muazzam başarısının en büyük sorumlusu da şüphesiz James Gandolfini'ydi.
The Sopranos, her anlamda mükemmel bir diziydi. Robert Graves'in aynı adlı romanından uyarlanmış Eski Roma draması
Ben, Claudius ve William Shakespeare'in en vahşi oyunu
Titus Andronicus'u
Baba filmleriyle harmanlayan, inanılmaz bir senaryosu vardı. Dizinin her bölümü, o zamana kadar televizyonda eşi benzeri görülmemiş bir titizlikle yönetiliyordu. Setler, kostümler, müzik; hiçbiri otantikliği elden bırakmıyor ama aynı zamanda tüm hikayeye sadece rüyalarda görülecek absürt bir hava katıyordu. Tüm bunlara rağmen dizinin merkezi elbette Tony Soprano karakteriydi. O karakter iyi olmazsa, etrafındaki her şey çökerdi. James Gandolfini, Tony Soprano karakterine hayat vermiş. Bir önceki cümlede sıfat kullanmama gerek yok. Gandolfini'nin performansı, Tony Soprano karakterini sayfadan çekip çıkardı ve üç boyutlu, nefes alan bir insana dönüştürmüştü. Gerçek ve derindi. Tony Soprano, sinek avlar gibi adam öldüren; karısını aldattığı kadınları da başka kadınlarla aldatan; yalancı, düzenbaz, aşağılık bir mafya babasıdır. Ama aynı zamanda garip bir insancıllığı vardır. Daha dizinin ilk bölümünde, New Jersey'deki evininin havuzunu yuva bellemiş ördek yavrularının uçup gitmesi, ona büyük bir panik atak yaşatır. Baş düşmanlarından amcası, bir cenazede
Core 'ngrato, yani
Nankör Kalp adlı şarkıyı söylerken, Tony ona sevgi ve gururla bakar. James Gandolfini, canavarın içindeki güzelliği bulup su yüzüne çıkarttı ve izleyeni onun yanına çekti. Gandolfini'nin ekrandan fışkıran insanlığı, seyirciyi de Tony'nin tetikçisi yaptı. Klasik anlamda kötü olan bu karakterin kazanmasını istedi izleyici. Gandolfini'nin o müthiş suratına bakarken, farkında olmadan şeytanla Faustvari bir anlaşma imzaladık. Terapisti Dr. Melfi'nin tecavüze uğradığı bölümde, Tony'nin olaya 'nihai bir çözüm' getirme önerisini belki de dizinin hayranlarının büyük çoğunluğu içten içe destekledi. İzleyici, Tony Soprano'nun yaptıklarıyla kendi kendine bile itiraf edemediği en ilkel, içgüdüsel arzularını tatmin etti. Çünkü James Gandolfini, karaktere empatiyle yaklaşıyordu ve bu dürüst bakış açısı, seyircilerde önce empati sonra da daimi bir sempati yarattı.
HAYATTA KUSURSUZ SON YOKTUR
Tony Soprano, birbirinin tamamıyla zıttı olan özellikleri barındıran bir tezatlar yumağıydı. Çünkü Gandolfini karakteri hem tehlikeli hem de korkak; hem samimi hem de soğuk; hem çocuksu hem de komplocu bir bütünlük içinde yorumladı. Şeytan detaylarda saklıdır ve Tony Soprano da detayların yarattığı bir karakterdi. İçindeki duygusal boşluğu doldurmak için dur durak bilmeksizin yiyen, tüketen bir canavardı o. Yemeğe, şiddete ve sekse olan dindirilemez açlığı, ruhundaki o boşluğun dışavurumuydu. Bu yüzden başka filmlerdeki o harikulade performanslarına rağmen, Gandolfini denilince akla her zaman modern insanın modern dünyadaki mücadelesinin bir mecazi figürü olan Tony Soprano gelecek. Gandolfini'nin İtalya'da oğluyla tatilindeyken kalp krizinden ölmesinin üzerinden birkaç gün geçti. Bu süreçte çok düşündüm ama ister istemez aklıma en fazla
The Sopranos'un finali geliyor. Tony, New York'taki Lupertazzi ailesiyle aralarındaki savaşı kazanır. Fakat yüzbaşılarından Carlo'nun FBI'la işbirliği yapması geleceğine büyük bir soru işareti koyar. Altıncı sezonun başında onu vuran ve artık iyice bunamış amcası Junior'ı ziyaret eder. Junior'ın gizli paralarını, ölen yüzbaşısı (ve kayınbiraderi) Bobby Baccala'ya vermenin doğru olacağını anlatmaya çalışır. Ama Junior ne Bobby'yi, Tony'yi, ne de küçük kardeşi Johhny'yi hatırlar. En sonunda Junior'a Tony dört kelime eder: "This thing of ours..." "Şu bizim şey...", yani mafya. "Ben, o işin içinde miydim?" diye şaşkın şaşkın sorar Junior. Tony: "Sen ve babam, Kuzey Jersey'ye hükmettiniz." Buna karşılık büyük bir reaksiyon bekleyen Tony, Junior'ın ağzından çıkanlarla iyice yıkılır: "That's nice," yani "Ne hoş." Bu sondan bir önceki sahne, izleyiciye dizinin sonunun habercisidir aslında. Bütün soruların cevaplandırıldığı bir final beklemeyin. Kusursuz bir son aramayın. Çünkü hayatta böyle bir şey yoktur, sadece dramda vardır. Dizinin son sahnesi, izleyicileri çok böldü, ama aslında şaheserdi. Tony, ünlü Holsten's lokantasına gider, masaya oturur (karenin kompozisyonu, Da Vinci'nin
Son Yemek'ini andırır). En önce içeri karısı Carmela girer, sonra da oğlu A.J. Dışarda, kızı Meadow, arabasını park etmeye çalışmaktadır. Tony, jukebox'a Journey'nin
Don't Stop Believing şarkısını koyar (şarkının sözleri dizinin leitmotifine birebir uyar: "And the movie never ends, it goes on and on and on and on." Yani "Film hiçbir zaman bitmez, devam eder, eder, eder"). Bu arada, barda oturan bir adam, sık sık dönüp Tony'ye bakmaktadır. New York'un gönderdiği bir katil olup olmadığını hiç bilemeyiz. Adam yerinden kalkar, tuvalete gider. O sırada masaya bir tabak soğan halkası gelir. Masadakiler birer tane alıp, bir kerede ağızlarına atarlar. Chase'in, hayatın bir çemberden oluştuğunu ön gören felsefesinin, hoş bir analojisidir bu. Tam bu arada kapı açılır; zil çalar; Tony kafasını kaldırır. Ve karanlık.
MESELE HAYATIN KENDİSİ
Tony ölmüş müdür yoksa ölmemiş midir? Önemli olan bunun cevabı değildir. Hayat devam edecektir, Tony olsa da olmasa da. Yani asıl mesele olmak ya da olmamak değildir burada. Mesele, hayatın kendisi ve bireyin bir taraftan şerefsizliği bir taraftan da önemsizliğidir. Doğrudur, yanlıştır, bu fark etmez.
The Sopranos'a Shakespeare'e kafa tutma cüretini veren, Gandolfini'nin hayata sığmayan, o fırtına gibi doğasıdır. Evet, Tony'nin ölüp ölmediğini kesin olarak hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama tek bir karakterle popüler kültürün fay hatlarını yerinden oynatıp yeniden düzenleyen James Gandolfini, o muazzam kudret, hayata veda etti. Ama geride, sonsuza kadar hatırlanacak bir karakter ve muhteşem bir sanat eseri bıraktı. 51 gibi çok genç bir yaşta ölmüş olmasıyla ilgili söylenebilecek tek şey var: Büyük ya da küçük, hiçbirimiz uzun yaşamayız.
BENİM ADIM TONY DEĞİL!
James Gandolfini, hayatı boyunca ve ölümünden bile sonra dizide canlandırdığı Tony Soprano karakteri ile anılacağının farkındaydı. Gerçekten ondan gelip gelmediği tam belli olmayan bir tweet'te, "Bana James de diyebilirsiniz Jim de, ama benim adım Tony değil," diyordu. Aktörün daha önce verdiği röportajlara bakılırsa, bu hesabın gerçek olmadığını anlıyorum. Çünkü Gandolfini, Tony ile ilgili konuşurken bir kere şunu demişti: "Şiddete olan yatkınlığı benim doğamda yok ama pek çok diğer konuda ben Tony'yim." Yine de
Zero Dark Thirty,
In the Loop,
Romance and Cigarettes ve
The Man Who Wasn't There gibi filmlerdeki yardımcı rollerinde de ondan beklenildiği gibi çok iyiydi. Hele David Chase'in geçen seneki filmi
Not Fade Away'deki 'müzisyen çocuğunu anlamayan proleter baba' rolünde tam anlamıyla harikalar yaratıyordu.