Geçen hafta 12 Eylül'ün 31. yıldönümüydü. Yakın tarihin en önemli dönüm noktalarından biri olan bu olay, çeşitli yönleriyle ele alınıp tartışıldı. Hâlâ üzerimizden yeterince atamadığımız bir devlet anlayışının biçimlendiği dönemdi 12 Eylül. Kuşku götürmez bir biçimde 1930'lara dönüş arzusuydu. Siyasetin olmadığı, toplumun bazı devlet kurumlarıyla biçimlendirildiği ve yönetildiği bir modeli kurma çabasındaydı. Generallerin bu tahayyülü büyük ölçüde gerçekleştirildi. Geçen haftaki 'anma'lar içinde ilgimi çeken ve daha sonra üstünde düşündüğüm bir nokta oldu. Kimse meseleye
edebiyat açısından bakmadı. Belki vardı, ben görmedim. Fakat şurası bir gerçek ki, 12 Eylül, Türkiye'de, mesela
12 Mart edebiyatı türünden bir etkinliğe yol açmadı. Elbette 12 Eylül öncesini ve sonrasını ele alan, irdeleyen, çözümleyen romanlar yazıldı. Fakat bunlar 12 Mart'ta olduğu gibi bir bir dönem edebiyatı veya bir roman hareketi meydana getirmedi. Birçok nedeni var bunun. Her şeyden önce 12 Mart romanı, devam eden bir dönemin içinde biçimlendi. O romanın belkemiğini meydana getiren ideoloji, düşünme tarzı, öneriler, temel roman anlayışı 12 Mart 1971'den önce başlamıştı. 12 Mart muhtırasıyla birlikte aydınlar tutuklanıp, işkencelerden geçirilip, hapishanelere atıldı. 12 Mart dönemi, iki yıl içinde, 1973 seçimleriyle birlikte tamamlandı. Dışarı çıkan aydınlar ve edebiyatçılar, zemini zaten hazırlanmış romanlarını, yaşadıklarıyla bütünleştirerek üretmeye başladılar.
Sevgi Soysal ve
Erdal Öz, mesela, bu çerçeve içinde anılabilir.
KİTAPÇILARIN ÖNÜNDE KUYRUKLAR OLUŞURDU
Burada önemli olan nokta, edebiyat ve roman anlayışının, sürekliliği olan bir ideolojik zemine oturmasıydı.
Toplumcu gerçekçilik, 12 Mart romanının da, 1960 sonrasında öne çıkan romancılığın da omurgasıydı. Bu anlayışı daha şematik olarak uygulayanlar da vardı, çok daha karmaşık ve estetik bir biçimde oluşturanlar da. Zaten 12 Mart romanının en çok tartışılan yanını bu özelliği meydana getirir. Bazı romanlar sadece bir ideolojik şablona oturtularak yazılmıştır. Bir diğer nokta, edebiyatın o dönemde toplumsal planda gördüğü kabuldür. İnsanlar yeni çıkacak romanları büyük bir heyecanla bekler, bazen kitapçıların önünde kuyruklar oluşturarak onları satın alırdı. Edebiyat, dönemin en önemli zihinsel araçlarından biriydi. Buna şiir de dahildi. Roman, toplumu ve tarihi sorgulamanın, bireyin gizlerini çözmenin en güçlü olanağı kabul edilirdi. Bu Türkiye'deki romanın tarihsel dokusuyla ilgiliydi. Çünkü, roman, Türkiye'de, daha başlangıcında, doğuşunda toplumsalcı ve gerçekçiydi. 12 Eylül bu çerçeveyi kırdı. Her şeyden önce 12 Eylül kendisinden önceki toplumsal yapıyı kökünden değiştirdi. Bu daha ileri değil daha geriye giden bir anlayıştan kaynaklanıyordu. İkincisi, 12 Eylül bitmedi. Yukarıda söylediğim gibi bugün de sürüyor. Fakat özellikle 1990'lara gelinceye kadar darbe günlerinin şiddetini muhafaza etti. Hapsedilmiş, sürgün edilmiş edebiyatçıların ve aydınların yeniden topluma dönmesi çok uzun yıllar aldı. Geri geldiklerinde de önlerinde bambaşka bir toplumsal yapı, yeni toplumsal tercihler ve hepsinden önemlisi yeni bir insan tipi buldular. Bıraktıklarıyla buldukları birbirine taban tabana zıttı.
ROMANLAR APOLİTİKTİ
Sosyalizm daha öncesinde bir hedef ve bir yaşama biçimiydi. 1980-83 arasında zaten eline kalem alamayan romancılar yeni döneme başladıklarında bu anlayışın yerinde yeller estiğini gördü.
Özal, üç görüşü birleştirmekten ve ideolojilerin öldüğünden söz ediyordu. Tüketim, toplumun yeni oyuncağı olmuştu. Ayrıca insanlar 1960-80 arasının, hele hele 1975-80 arasının yorgunluğu içindeydi. Herkes bu yorgunluğu başka bir biçimde yaşıyordu. Kaldı ki, siyasetin geri geldiği dönemde de siyasaldan söz etmek çok zordu. Bu bakımdan yazılan roman ya içine kapalı, ya apolitikti. Aşkın, cinselliğin, kısır bir bireyciliğin keşfedilişi bu dönemde romancının neredeyse önceliği oldu. Bir kesim fantastik edebiyatla uğraştı, diğer bir çevre masal-mesel yazdı. Nihayet şu: Edebiyat, hâlâ bir ölçüde etkili olmakla birlikte, 12 Eylül öncesi dönemdeki gücünü yitirmişti. Dünya da Türkiye de artık görselliğin etkisi altındaydı. Roman ve edebiyat, yazılı kültürünü zaten oluşturmamış bir toplumda her gün biraz daha küçülen bir kesime hitap ediyordu. Roman bu yeni koşulda yazanın da okuyanın da gözünde artık dünyayı değiştirmenin bir aracı değildi. Üstelik, Türkiye hızla farklı ideolojilerin ağırlığı altına giriyordu. Bu 'yeni' ideolojiler artık daha sınırlı kesimlerde savunuluyor veya her kesim kendi ideolojisini dışa kapalı olarak ifade ediyordu. Daha çoğulcu bir toplumun doğal bir sonucuydu bu. O arada gelişen yeni bir romancılık yok muydu? Vardı. Yukarıda saydığım özellikleri taşıyan
Latife Tekin'den
Ahmet Altan'a uzanan bir romancılık söz konusuydu. Zaman
Orhan Pamuk'u öne çıkaracak, gelişen bir kuşak önemli isimler doğuracaktı ama bir
12 Eylül edebiyatından 12 Mart edebiyatından söz edildiği gibi bahis açılamayacaktı. Bambaşka bir edebiyat vardı ortada artık, onu 12 Eylül edebiyatı diye nitelendirmek kabildir de 12 Mart edebiyatına benzemez. Bardağın dolu tarafına mı bakmalı boş yanına mı?