Epey
bir süre önce Londra'ya her gidişimde bir rehbere başvurduğumu, o kentte yolum nereye düşerse söz konusu rehberi yanıma aldığımı, öylelikle hangi semtin hangi sokağında hangi yazarın, düşünürün, bilim adamının, politikacının yaşadığını öğrenebildiğimi belirtmiştim. Bu Londra'da yapılara orada kimin yaşadığını göstermek için takılan
Blue Plaque Kılavuzu'dur. Doğal olarak İstanbul'da niçin böyle bir rehberin olmadığını sormuyordum, çünkü İstanbul'da kimin nerede yaşadığını gösteren herhangi bir plakaya ancak yok denecek ölçüde az rastlarız. Kim bilir kimin aklına gelmiş, 'ender-i nadirattan' bir binanın üstüne o türden bir tabela asılmıştır, o da gelip kendisini oradan kaldıracak kişiyi mahzun, mütevekkil bir edayla beklemektedir. Gerçekten de öyledir. Birisi
Necip Fazıl'ın adını bir mekâna verir, bir sonraki gelir orayı
Nâzım Hikmet yapar, bu manasızın manasızı çekişme
Mehmet Akif-Tevfik Fikret yanlıları arasında cereyan eder. Şu veya bu yazarın, politikacının adının kaç kere nereden 'kazındığını' Allah bilir. Biz o kadar afra tafrayla savunup sahip çıksak da henüz değerleri konusunda anlaşabilmiş bir ulus değiliz. Tersinden de söyleyebiliriz bunu: Eğer değerler üstünde uzlaşamamışsak, bize ulus denebilir mi? Hâlâ kabileler, cemaatler halinde yaşıyoruz. Her birim sıkı sıkıya kendi dışına kapalıdır. Benim doğrularım bir başkası tarafından kabul görmez, ben de başkasının doğrularını daha baştan reddederim.
YAHYA KEMAL'İN ANISINA PLAKET
Londra diye yazdığım şey Paris için de geçerli
. İnsanlar büyük kentlere biraz da orada yaşamış yazarların, düşünürlerin izinden gider. Onların ayak bastığı yerleri 'hac' mekânı olarak belirler, 'tavaf' eder. Bu nedenle, büyük kentler, kendi insanları oranında olmasa bile başka ulusların, o kentte ömür tüketmiş ve öne çıkmış isimleri için de aynı uygulamada bulunur, onların adına da bir levhayı binanın duvarına yerleştirir. Ben de yıllar önce Kültür Bakanlığı'nda görevliyken bunu Paris'te yaşamış 'devrimcilerimiz' için düşünmüş ve önermiştim. Belki hepsi değil, ama hiç değilse
Ahmet Rıza Bey için Paris'te Place Monge'da,
Namık Kemal için Londra'da böyle bir 'andaç' oluşturamaz mıydık?
Melih Cevdet Anday, yıllar önce yine Paris'te Yahya Kemal'in gittiği
Closerie des Lilas kahvesindeki masalara onun adını taşıyan küçük bir plaket çaktırmıştı. Bütün Paris'e bizden kalmış tek anı budur. Benim önerim de yeterince izlenmedi, kovuşturulmadı. Belki kendi ülkemde ve yaşadığım şehirlerde bunu yapamamışken Paris'e kazık çakmak fazla bir fanteziydi, ama aynı şeyi Türkiye için istememiş değildim. Ama bu zordan da zor bir şey. Düşününüz ki, büyük kentlerimizdeki
bina stoku akıl almaz bir hızla değişmekte. Bırakın daha ötesini, o kundak sokulup yakılan '
asar-ı atika' binaları, 1960'larda yapılmış olanların bile yerinde yeller esiyor. (Bu da laf, yerinde yel esen bir tek bina bulmak olanaksız.) Daha binayı ayakta tutamamışken binada oturanı arayıp bulmak hayalden öte bir fantezi. Gene de zamanında Ankara Belediyesi'nin kalkıştığı gibi bu işe kalkışan bazı iyi niyetlilerin başına geleni de yukarıda yazdım. Bir süre sonra ya plaka düşer, ya kırılıp atılır vs. (Ankara'da üzerine levha oturtulan bir binanın kapıcısına onun sökülüp atılması için emir veren yönetici yakınımdı. Nedenini sorduğumda, "İnsanlar sık sık gelip, 'o adamın' hangi dairede oturduğunu sorar, bir de o mekânı görmek isterlerse ne olacak, kapıcıyla sözleşmemizde bu madde yok, koyarsam ek para ister ben de kat maliklerine anlatamam," demişti. Ne zekâ, ne düşüncelilik!) Geriye bir tek şey kalıyor, bilenlerin bilmeyenlere, hangi binanın ne olduğunu anlatması. Bunun için de
'arkeolojik' bir çalışma yapmak gerek. Kimin nerede yaşadığını arayıp bulmak öyle kolay bir iş değil. Bir süre önce yayımlanan bir kitap, bu konuda epey ışık tutuyor.
İstanbul Edebiyat Haritası isimli kitabında
Bahriye Çeri, benzeri bir işi yapıyor. Kitap, özellikle kişi-bina ilişkisine dayanmıyor. Adından anlaşılacağı gibi, Çeri, daha çok semtler, mahalleler, sokaklar ve elbette binalar düzeyinde bir edebiyat haritası çıkarmaya çalışmış. Sözünü edeceğim diğer kitap, daha zor bir tarihin içinden süzülüp geliyor.
Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Cemiyeti ile
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti'nin ortak bir çalışması bu:
Batılılaşan İstanbul'un Rum Mimarları. Laki Vingas proje yöneticisi.
Savvas Çilenis, Ari Çokona, Marika Bekar Pandelara, Marina Drimalitu yayın danışmanları. Kitap 19. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar sarkan Batılılaşma döneminde Rum mimarların yapıtlarını, İstanbul'un değişimini bir ölçek, bir ölçüt olarak gözden ırak tutmadan irdeliyor. Aynı zamanda Rumca yani iki dilli yayımlanan kitap, kültürel veya 'turistik' ya da popüler değil, akademik bir kitap. Bunu kitabın önemini, değerini artıran bir özellik diye görülmeli. Kitap, anılan dönemde İstanbul'un 'Batılılaşan' semtlerinin kimler tarafından ve nasıl inşa edildiğini irdeliyor.
HAR VURUP HARMAN SAVURDUK
İstanbul'un Karaköy'den, hatta Haliç'in öteki yakasından başlayıp Karaköy, Galata, Pera üstünden Şişli'ye kadar uzanan büyük adasının mimarisiyle Berlin'in, Paris'in, Viyana'nın, Barselona'nın 19. yüzyıl ikinci yarısı, 20. yüzyıl başı dönemindeki mimari dili aşağı yukarı aynıdır. Onlar geniş ölçüde Art-Nouveau bu yapı birikimini anlı şanlı bir biçimde korudu. Biz onu har vurup harman savurduk. Gıpta ederek, ağzımızın suyu akarak baktığımız o kentsel dokular burada da mevcut ama görünmez bir dünya olarak. Bu kitap, o bilincimizi yeniliyor. İkincisi, İstanbul, belirli bir tarihe kadar kozmopolit bir kentti. Bu kentin sonraki 'yapıcıları' gayrımüslümlerdir. Rum mimarlar sivil, Ermeni mimar aileleri diğer binaların yapımında öne çıkmıştır. Abidevi Ermeni Balyan ailesi nasıl unutulmazsa, Hamidiye Camii'nin mimarı Rum Nikolaos Celepis de, Patroklos Kambanakis de o kadar unutulmazdır (ama az mı unutturulmak istendiler?...). Şunu da bilelim ki, bugün betonarme dediğimiz bina tekniğini geniş ölçüde bu Rum mimarlar ülkeye taşımıştır. Bugün erken Batılılaşma döneminin ve 'modernite'nin sahibi bu kültürlerin, cemaatlerin insanlarıdır ve onları utanç verici bir biçimde ne tanıyoruz, ne biliyoruz, ne anıyoruz. Şimdi yapılması gereken tek şey var: Pera'da, şurada burada sokakta yürürken başı yukarı kaldırıp o binalara bakmak. Temizlenmesi, onarılması, hayata kazandırılması gereken o yapılar bir şeyi daha bekliyor. Kayıtlar incelenerek hangi yapının hangi mimar tarafından tasarlandığının bulunması ve üstüne bunu gösteren bir levhanın asılması, yapım yılının belirtilmesi, daha da iyisi hepsi taş olduğu için bu bilgilerin girişe kazınması... Bu kent bir kente ancak ondan sonra dönüşebilir, biz geçmişimizi ve belleğimizi ancak ondan sonra inşa edebilir, bir kentte yaşadığımızı ancak ondan sonra kavrayabiliriz.