Halâ
öğretiliyor mu bilmiyorum ama çocukluğumuzda bize ezberletilen ilk uydurma şarkılardan birisi "
Erken yatarım erken kalkarım," diye başlardı. Sonra da saçmanın saçması bir laf gelir ve "Bir yumurtayı sütle çarparım," derdik. Hâlâ hatırladıkça yapaylığı karşısında ürperirim ama Amerika'ya gidip orada yaşamaya başladıktan sonra iki şey beni derinden etkiledi. Birincisi gerçekten erken yatıp erken kalkıyorlardı. Hatta çok erken. İkincisi, evet, birkaç yumurtayı sütle çırpıyorlardı. Zaten o arada çocukluktan çıkmıştık ve Ankara Koleji'ndeki hocalarımızdan biri
Jefferson'un bir sözünü bu defa bize 'şiar' edinmemiz için belletmişti. Bu parlak kafalı adama göre
erken yatıp erken kalkmak insanı
sağlıklı, zengin ve bilge yapıyordu. Amerikalılar bu kurala, yani erken yatma kuralına, harfiyen riayet ediyor ve uykuyu, iyi bir uykuyu, yemek yemekten çok daha fazla önemsiyorlardı. Bir saatten sonra birisini aramak boşuna çabaydı. Herkes telefonunu kapatıyordu. Hele Amerika'nın üniversite kasabalarında iş büsbütün abartılmıştı. Akşam yemekleri 18.00'de yeniyor. Saat 20.00'de eve dönülüyor, en geç saat 22.00'de yatılıyordu. Ne yalan söyleyeyim başta şaştım bu duruma. Neticede Türktüm, Türkiye'den gidiyordum. Biz bambaşka ve manasız bir şeye alışmıştık.
Geceleri oturabildiğimiz kadar oturuyor, sabahları da uyanmayı bilmiyorduk. Öyle erken yemek, erken uyumak, erken kalkmak bize göre değildi. Fakat ne yalan söyleyeyim sonra sonra alıştım. Öteden beri kendimle ilgili olarak bildiğim de oydu: Hayatım boyunca geceleri çok geç vakitlere kadar, 'demir gibi bir iradeyle' ayakta, daha doğrusu masa başında kalmış, çalışmışımdır. Ama aslen gece değil bal gibi sabah insanıyımdır. Gece erken uyumak sabahın köründe uyanmak hayatta en sevdiğim düzendir. O nedenle kısa sürede anlattığım Amerikan alışkanlığını edindim. Fırsat buldukça sağa sola da önerdim. Fakat hiçbir başarı sağlayamadım. Nedeni belli.
Biz uyumayı düpedüz ayıp sayıyoruz. Uyurken yakalanmak bir utanç vesilesi bizim için. Kanıt mı istiyorsunuz? Bir arkadaşınıza bir tatil günü telefon edin. Vakit öğleden sonrası, adamcağız divana uzanmış kestiriyor olsun. Karmakarışık bir sesle telefonu açacaktır. "Uyuyor muydun, affedersin," deyin, alacağınız cevabın "Yok canım ne uyuması," olacağına bahse girerim. Daha da beterini söyleyeyim. Gece yarısından sonra bir vesileyle çaresiz kalıp birisini arayın. Herkes o saatte uykudadır. Nezaketen "Özür dilerim uyandırdım," dediğinizde karşıdakilerin her defasında "Yok canım, henüz uyumamıştım," falan dediğine bin kere şaşarak tanıklık etmediniz mi?
Türkiye böyle yaşıyor, erken uyumayı bir çocukluk gibi görüyor. "Bu saatte uyunur mu?" lafını duymayan var mıdır? Öğleden sonra bir yarım saat kestirmek hayatta edindiğim en önemli alışkanlıklardan biridir. Nerede olursam olayım o yarım saat uykuyu uyurum, her koşulda uyuyabilirim. Uyandığımda dünyaya yeniden gelmiş gibi olurum ama çok eşimden dostumdan bu huyumdan ötürü zılgıt yemişimdir. Nedir uykuyla bu bitmez tükenmez mücadelemizin sebebi? Yüzlerce şey sayabilirim. Kimsenin karşı çıkamayacağı son derecede kapsamlı çözümlemeler yapabilirim. Ama önce şunu belirteyim. Daha önce de çok dile getirdim.
Biz, Kuzeyli gibi yaşayan, sistemi öyle kurulmuş bir Akdeniz ülkesiyiz. İşyerlerimiz sabah 08-08.30 gibi çalışmaya başlar. 17-17.30 gibi de çalışmayı bırakırız. Bu bir Kuzey sistemidir. Ama insanlarımız bu bilinçte değildir. Onlar düzenlerini tersine kurarlar. Geceleri olabildiğince ayakta kalmak biraz bundandır. Geç zamana kadar ayakta kalmak, her gece içki içmek, sabah geç uyanmak bir Akdenizliliktir. Fakat her şeyi böyle 'yüksek' bir kuralla açıklamak olanaksızdır. Daha gerçekçi açıklama,
iş hayatı ve çalışma disipliniyle olan ilişkimizdir. Türkiye henüz feodaliteden kurtulmuş, onun alışkanlıklarını aşmış ve kentleşmiş bir ülke değil.
Halimiz 100 yıl öncesinin Amerikası'na çok benziyor. Kırsal alan çözüldü fakat kentsellik henüz oluşmadı. Büyük göçmen kitleleri arada bir yerde duruyorlar. Batının ciddi ve hatta şiddetli çalışma kültürüyle onu kamçılayan acımasız kapitalist yaşama düzeni yeterince alışkanlıklarımıza nüfuz etmedi. Büyük bir kesim hâlâ geçinmek için devlet dairelerinde memur olmayı seçiyor. 'O' işe girerse çalışmadan para kazanabileceğine inanıyor. Eline gelen paranın yetmediğini biliyor ama çalışma temposu ve üretimiyle kazandığı arasındaki ilişkiyi düşününce daha fazla para elde edebileceği bir işe yönelmekten kaçınıyor. Öyle bir düzende daha fazla çalışması gerektiğini bilerek ürküyor ve elindekini korumaya yöneliyor.
Bu koşullarda çalışma hayatının en önemli koşullarından biri olan 'uyku' kimin umurunda? Şöyle bir düşünün sabah otobüslerinin ve duraklarının halini. Uykusunu alamamış, yorgun; erken uyanıp ciddi bir kahvaltı yapmamış, asabı bozuk; gerektiğince yıkanmamış saçı sakalı birbirine karışmış insanları. Bu kitlenin çalışma disiplini, meşhur tabiriyle 'kapitalizmin ruhu'yla bir ilgisi olduğu söylenebilir mi? Sabahları karşıma gelen ve tüm bu şartları taşıyan öğrencilere bakıyorum ve her defasında aynı şeyi düşünüyorum
: Çalışma hayatı bambaşka bir şeydir. Kendisine özgü şartları vardır. Öğretilir, öğrenilir. Yoksa sabah sabah otobüslerde, devlet dairelerinde insanlar birbirine girer. Uyku hayatın en önemli safhalarından biridir, başlıcasıdır bana göre. İnsanın kendi varlığının, beninin bilincine, ayırtına varmasının bir göstergesidir. Kendisini, işini, emeğini, bedenini önemseyen insan uykusuna önem verendir. Kentli olmanın ana koşuludur, iyi uyku. Kentli olmak ise biraz boksörler gibi yaşamaktır. Uyumaktan utanmamaktır.