bir yazı yazdım. Bebek'e henüz yeni taşınmıştım. O tarihlerde eskiden olduğu kadar değilse de bugüne kıyasla epey 'asude' bir yerdi. Sabahları, her yeni yerleştiğim yerde yaptığım gibi, gideceğim kahveleri bulmuş, oralara devam ediyorum. O aralar harıl harıl, birbiri ardınca, daha sonra beni Bebek'te merkezin dışında bir yere taşınmaya zorlayacak kahveler, lokantalar, barlar açılıyor. Benim bir ayağım New York'ta.
Ansızın fark ediyorum ki, ufak tefek alışverişlerde, ödediğim paralar dünyanın en önemli merkezlerinde aynı şeylere ödediğim paraların birkaç katı. Oturup o yazıyı yazıyor ve '
ödemeyin bu paraları,' diyorum. Sayısız insandan tepki geliyor. Yolda tanıyanlar çevirip beni kutluyor ama 'çaresiziz' diyor. Ne yapılabileceğini soruyor, o çaresizlik duygusunun ağırlığı altında ezilip, benim hiçbir şey söylemeden suratlarına bakışımla da büsbütün rahatsız olup yollarına ve paraları ödemeye devam ediyor. Bu yaz yolum çok kısa süreler için de olsa
Çeşme ve
Bodrum'a düştü. Bir kere daha insanların ödediği paralar, insanlardan istenen bedeller karşısında gözlerim yuvalarından fırladı. Ben neredeyse bütün hayatını ev dışında geçiren bir insanım. Hep söylediğim gibi bütün hayatım lokantalarda yiyip içmekle geçmiştir.
Ayrıca kendime göre entelektüel bir zevk aldığımdan ve yemek yemekten, karın doyurmayı değil, arkasındaki entelektüel birikimi görmeyi, irdelemeyi anladığımdan yurtdışına yolum düştüğünde de hepsi birbirinden ünlü lokantalara giderim. Bütün paramı buralarda 'yemişimdir'. Bu yaz başında üç kişi Londra'ya gittik. Zaten her yemekten bir çatal alıp bıraktığımdan ve eşin dostun tabiriyle 'kuş kadar' yediğimden öğlen başka, akşam başka lokantadaydık.
Bu konularda yazıp çizmekte henüz aşamadığım, içimde çözemediğim 'etik' bir sorun gördüğümden hiç söz etmesem de şunu söyleyebilirim ki, her biri kendi alanında bir tapınaktı bu lokantaların. Bir tek dakika içinde kanıtlayabilirim ki, oralarda üç kişinin yemeği için ödediğimiz para, İstanbul'da herhangi bir ortalama lokantada üç kişinin yediğinden misli misli eksikti. Düzeyi orantılayarak konuşacak olursak, bu defa yüzümüz kızarır. Özellikle bu son deneyimle tatil kentlerinin deneyimi üst üste çakışınca beni bir düşünce aldı. Nedir bu '
vurgunculuk' diye. Kendimce bazı açıklamalar geliştirdim.
LÜKS TUTKUSU
İşin başını düzen ve düzey olmak üzere iki kavram çekiyor.
Açık söyleyeyim ki, Türkiye'de sermaye 'patlaması' birdenbire yaşanmıştır. Bu sermaye Anadolu'nun başka bir yerinde değil, İstanbul'da yoğunlaşıyor. Anadolu'da gelişen bir sermaye var elbette. Fakat o parayı elinde tutan insanlar ve çevreler, her şeye rağmen, geleneksel hayat tarzıyla bütünleştiğinden, sahip oldukları malın kıymetini biliyor. İster Müslümanlık üstünden gelen 'israf haramdır' mantığıyla, ister 'mahalle baskısı' üstünden gelen daha içine dönük yaşama hesabıyla bu kesim, parasının kıymetini biliyor. Emekle bedel arasındaki ilişkiyi arıyor. Oysa İstanbul öyle değil. İstanbul'da düzen ortalama insanın düzeni değil. Her şey bir yana 30 yıldır devam eden bir iç savaştan geçiyoruz. Bu savaşın ve daha bin türlü sebebin meydana getirdiği bir kara para var ortada. İstanbul su, ticaret ve karayollarının kesişim noktası. Sadece bizdeki değil bu çevredeki tüm para trafiği İstanbul'dan geçiyor. Öyle olunca da bu şehrin üstüne serpiliyor, süzülüyor, yağıyor. Ortalama 3-5 bin 'lüks' sandalye, bar, lokanta, gazino, eğlence yeri olarak, doluyor. Öte tarafta sürekli olarak pompalanan bir '
lüks yaşam' tutkusu var. İnsanlar kendi hayatlarını bu hayatla değiştirmenin kaygısı ve çabası içinde. Akıl alır gibi değil ama, aslında tümü herhangi bir standartla bakınca orta sınıfa mensup olan bütün eşim, dostum, arkadaşım, ellerinde dergiler, kitaplar dünyada en son açılan yerleri gidip görmek, piyasaya en son çıkan malları almak, kullanmak derdinde. Bu şartlar altında herkes gözünü karartıyor, kimse paranın pulun hesabını yapmıyor.
DÜZEY MESELESİ
Oysa bizde derken, gelelim, düzey meselesine. Ben Amerikan kültürünü bilirim. Orada 'biriktirilen her kuruş kazanılan bir kuruştur,' diye laflar edilir. Benim orada da bir eş dost grubum vardır. Kimler olacak, yazar, akademisyen, gazeteci bir de sanatçılardır. Bu insanlar belirli paralar kazanır.
Kazandıkları parayı en iyi şekilde, en iyi yerlerde harcamak isterler. Bu tutku batıda kalite-bedel ilişkisini meydana getirir. Para, değdiği kadar ödenir. Kimse her gece beş yıldızlı lokantaya gitmez. Yemekse mesele dünyanın en iyi yemeği yenir ama keseye uygun bir bedelle. Her mahalle meşrebine göre birkaç lokantaya, bara sahiptir. Oralarda yaşarsınız. Ha, başta söz ettiğim yerlere de şu veya bu nedenle gidilir. Bu da bir haktır ama oralarda harcayacağınız parayı da size sunulan düzey nedeniyle 'helal' edersiniz. Bu nedenledir ki, her yaz başında İstanbul'dan yolu geçen ve Amerika'dan gelen dostlarım evvela 'fiyatlar genel seviyesine' gözlerini fal taşı gibi, ağızlarını bir karış açarak hayretlerini gösterir. Bizde balıkçıya gidersiniz, adam sadece 'ne vereyim' der. Hangi balık kaçadır, kim ne yemiştir belli değil. Zaten kimsenin hesaba baktığı da yoktur. Size üstüne birkaç rakam karalanmış bir kâğıt uzatılır, ona bakmak da ayıp 'kaçtığından' hiç uğraşmadan kredi kartını verip çıkarsınız. Her şey sıradandır. İşin fenası o şatafatlı yerlerde de her şey ancak ortalamadır. Dolayısıyla düzey diye ele aldığınızda avucunuzdaki sadece havadır. Daha önce yazdım gene yazayım: Para harcamak bir haktır. Cimrilik hastalıktır. Ama değmeyen bir para harcanıyorsa bu da deliliktir. Fakat beterin beteri şu yazdıklarımı tümüyle benimseyip, 'ama ne yapalım' diye boyunlarını bükenlerin çaresizliğidir.