11. İstanbul Bienali başladı. Bunu
dünya çapında bir kültür ve sanat olayı diye nitelendirmek gerekiyor. Yıllar önce kurulan
İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nı benim de yıllarca Danışma Kurulu üyesi olduğum Bienal direnci ve başarısı için kutlamak şart. Gerçekten de
İstanbul Bienali bugün dünyada sayılı bienaller arasında yer alıyor. Dolayısıyla şu anda dünyada görsel sanatların kalbinin İstanbul'da çarptığını söylemek sonuna kadar doğru. Bir bienalin başarısı nedir sorusunu yanıtlamak belki zor ama imkânsız değil.
Özellikle çağdaş sanat bienalleri dünyada devam eden siyasal ve kültürel tartışmalara dönük katkısıyla değerlendirilmelidir. Bu çağdaş sanatın yapısından, niteliğinden kaynaklanan bir sonuçtur. Çağdaş sanat, modern sanatın birçok akımında olduğu gibi kendisini dışarıdaki dünyaya kapatıp sadece soyut felsefi sorunlarla ilgilenen bir anlayışa dayanmaz. Tersine, onlara bir cevap hazırlar. Burada kritik olan nokta sanatın bu cevabı üretirken sanatsallıktan taviz vermemesidir. Sanat son kertede sanattır ve kendisinden sorumludur. Sanatsal ifadesini yeterince kuramayan, güçlendiremeyen bir sanatsal tepkinin veya yanıtın o kertede güçlü olduğunu söylemek olanaksız. Doğru yanıt ancak doğru biçim ve ifadeyle mümkündür.
İNSAN NEYLE YAŞAR?
Böyle bakınca
Antrepo'da,
Feriköy Rum İlkokulu'nda ve
Tütün Deposu'ndan görülebilecek yapıtların oluşturduğu bienal,
konusu ve kavramsal çerçevesi itibariyle son derecede cesur. Sanatın ve her şeyin kapitalizmin oyuncağı olduğu, kapitalist sistemin bir parçası haline geldiği bir dünyada
Zagrep'te yaşayan
dört Hırvat kadının oluşturduğu WHW ('what, how and for whom' ne, nasıl, kimin için') adını taşıyan
kayyum topluluğu (kendileri 'küratör kollektifi' diyor) '
İnsan Neyle Yaşar' sorusunu bienalin başlığı olarak seçmiş. Bu,
Brecht'in '
Üç Kuruşluk Opera' oyunundaki şarkılardan birisi, en çok tanınmış olanı. Çok da ilginç sözlerin tamamı. Kayyumların da katalogdaki yazılarında belirttikleri gibi, oyun Berlin'de 1945'te oynanırken '
önce ekmek gelir, sonra ahlak' lafından dolayı Ruslar oyunu yasaklamışlar. Brecht'de günlüğünde bunu değerlendiriyor ve '
ben de olsam yasaklardım, çünkü devrimci bir mesajın yokluğunda bu 'mesaj' katıksız anarşizm olurdu' diyor. Fakat bundan da önemlisi şarkı sözlerinin son derecede eleştirel, hatta korku verici, bir o kadar da gerçekçi oluşu. Mesela, '
milyonlar' diyor Brecht Baba '
her gün işkence görüyor/ boğuluyor, cezalandırılıyor, susturuluyor, baskı altında'. Ama '
insanoğlu ayakta kalabilir pırıltısıya/zekasıyla' diyen Brecht sonunda hesabı keser: '
insanoğlu hayvani davranışlarıyla yaşar'. (Kültürseverler isterlerse
YouTube'da
Tom Waits'i bu şarkıyı çok güzel bir klip eşliğinde kendisine has üslubuyla icra ederken izleyip dinleyebilirler.)
SERGİNİN POLİTİKASI
Yani, karşımızda son yılların en politik sergisi var.
Kayyumlar kapitalizme, ahlakına, mantığına cepheden ve çok radikal bir biçimde saldırıyor. Alkolsüz bira, dumansız sigara, kafeinsiz kahve gibi 'temiz/lenmiş' bir ortamda siyasetsiz siyaset yapılıyor diyorlar. Bugünkü çoğulculuğun neoliberal bir oyun olduğunu belirtiyorlar ve bunun 'pazarlanabilir bir farklar yelpazesi' yarattığını vurgulayıp, siyasetin kültürelleştirildiğini oysa doğrusunun kültürün siyasallaştırılması olduğunu dile getiriyorlar. 'Bizi bekleyen görev' de, onlara göre 'sosyalizm ya da barbarlık' sloganı çerçevesinde hareket etmektir. (
Rosa Luxemburg'un bir metninde kullandığı bu kavramı İstanbul doğumlu
Cornelius Castoriadis'in kurduğu grubun ve çıkardığı muhteşem derginin adı yaptığını hatırlayanlar hatırlayacaktır) Bütün bunlar çok güzel. Benim için kişisel olarak ayrıca güzel. Ne var ki, bir bienal sadece kavramsal çerçeve değildir. Sergilediği yapıtlardır. Kayyumlar elbette sanatçı seçimlerini de hazırladıkları kavramsal çerçeveye göre gerçekleştirir. Ama son kertede insan bienali gezer ve yapıtlarla yüz yüze gelir. Ben de öyle yaptım. Gittim bienali gezdim.
POLİTİKANIN SERGİSİ
Büyük bir bienal bu.
40 ülkeden 70 sanatçı, 141 yapıt sergileniyor. Öte taraftan 'sert' bir bienal bu. Yapıtların çok büyük bir bölümü doğrudan doğruya politik bir içerik taşıyor. İlginç olanı sergiye katılan bu
sanatçı grubunun ülkesine göre % 28'i batıdan % 72'si batı dışı dünyadan. Yaşadığı yere göre bakınca % 45'i batı, % 55'i batı dışı dünya. (Bu bile politik bir gösterge: sanatın büyük bölümü Batıda üretiliyor...)
Yapıtların içeriği Brecht'in şarkısında belirttiği gibi işkence, baskı, susturulmayla ilgili. Fakat bunların dışındaki büyük bölüm ise Berlin Duvarı sonrası dünyayı ele alıyor. Soğuk Savaş dönemi iki kutuplu dünya, Sovyetik Blok (bunlara zamanında 'peyk devletler dediğimizi de hatırlayanlar hatırlar) ülkelerindeki sorunlar, devlet erki, hegemonya, iktidar gene serginin konuları arasında. Fakat bir bütün olarak bakıldığında bu heyecan verici muhasebeye rağmen yapıtların beni aynı derecede heyecanlandırdığını söyleyemiyorum.
Neredeyse büyük bir bölümü birbirinin aynı olan yapıtlardı. Belki burjuva alışkanlıklarını eleştirmek için öyleydi ama yapıtların sunumlarında da sorunlar olduğu kanısındayım. Hele ders verir mahiyette tarih kronolojileri sergileyenler, birbirinin aynı gibi duran protesto eylemlerini videoya çekip gösterenler, bitmez tükenmez Lenin, Stalin, Mao resmini duvarlara yapıştıranlar çoğunluktaydı. Gene de aralarında etkileyici işler vardı. Öyle görünüyor ki, bu bienal politik sanat konusuna ayrılmış bir durumda. Bize bu alanın dünyada nerede durduğunu gösteriyor. Dile getirdiğim sorunlar bienalin değil politik sanatın kısıtlamaları. Bu alan belli ki, dünyada, ciddi bir darboğazdan geçiyor. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Çünkü, kayyumların da söylediği gibi, belki politika çok konuşulup tartışılıyor ama ortada gerçek bir politika var mı yok mu, o başka bir mesele. Dolayısıyla eğer dünyada politikanın kendisi ve özellikle de sol sorunluysa politik sanat da sorunlu olacaktır. Bienal bize bu konuyu yeniden boydan boya ele alma, tartışma olanağını veriyor.
Daha ne olsun?