Hollywood'un dünya çapında en büyük ve görkemli toplantısı sayılabilecek Oscar törenlerinin, kısa da olsa çok hüzünlü bir bölümü var. O yıl içinde hayatını yitiren Hollywood emektarlarının anıldığı bölüm... Geçtiğimiz Oscarlarda sıra bu bölüme geldiğinde, ekranı kaplayan fotoğraflardan biri Hollywood'un gelmiş geçmiş en büyük efsanelerinden birine aitti. O gürültülü kalabalık, bir an nefesini tuttu ve perdede onları son kez selamlayan geçmiş dönem tanrıçalarını selamladı. O tanrıça Elizabeth Taylor'dı. Dünyanın en güzel menekşe gözlerinin sahibi... Taylor, geçtiğimiz yılın yine böyle bir Mart gününde, 23 Mart'ta kalp yetmezliğinden aramızdan ayrıldı. Öldüğünde 79 yaşındaydı. Ölümünün ardından pek çok şey yazıldı ama benim aklımda tesadüfen bir internet sitesinde gördüğüm söz kaldı; "Bugün Venüs dünyayı terk etti!" Gökyüzündeki yıldızlarla kıyaslanacak denli parlak bir yaşam süren Taylor'ın hayatına dair en küçük ayrıntı bile çok büyük merak konusuydu doğal olarak. Daha ölmeden hakkında pek çok biyografi yazılmıştı. Elızabeth Taylor Hollywood'un Menekşe Gözlü Divası da onun sağlığında yazılıp yayımlanmış, ancak ölümünün ardından tekrar üstünden geçilmiş son derece kapsamlı bir biyografi çalışması. Kitabı elinize aldığınızda ilk dikkatinizi çeken, yazarı C. David Heymann'ın kılı kırk yaran detaycı çalışması ve tüm hikayenin Taylor'ın yaşamından, sayıları sanırım yüz küsurlarla ifade edilebilecek yakın tanıkların yorumlarına dayanıyor olması... Heymann, Taylor'ın hayatına dokunan küçüklü büyüklü pek çok isimle de konuşmuş ya da bu kişilerin pek çoğu artık aramızdan ayrıldığı için sağlıklarında verdikleri röportajların izini sürmüş. Bu kişiler Taylor'ın çocukluk arkadaşlarından Orson Welles'e, kocalarının eski sevgililerinden rakibi olan Ava Gardner gibi diğer Hollywood yıldızlarına dek geniş bir aralıkta seyrediyor. Zaten kitabın en keyifli yanı da sanki kalabalık bir partideki dedikoduları dinliyormuşuz etkisini yaratıyor olması...
GÜZELLİĞİN ŞANSI VE LANETİ
Heymann, 'Liz'in öyküsüne anne ve babasınınkini anlatmakla başlıyor. Ancak ünlü bir yıldız olduktan sonra servete ve lükse kavuşan pek çoklarının aksine Taylor'ın ailesinin eni konu belli bir refah düzeyine sahip bir aile olduğunu görüyoruz. İkisi de Amerikalı olsa da babanın işi olan bir tür sanat simsarlığı nedeniyle Londra'ya taşınan çiftin oğullarının ardından ikinci çocukları olan Liz de Londra'da doğuyor ve çocukluğunun ilk yıllarını da bu ülkede geçiriyor. Kendisi de eski bir oyuncu olan hırslı anne, kocasının işi ve onun varsıl dostları sayesinde saraya dek uzanan dostluklar kuruyor. Ancak daha o ilk yıllardan ailenin dengesinde bir bozukluk olduğuna da tanıklık ediyoruz. Çünkü kadınlardan çok erkeklere ilgi duyan baba, artık bu tutkusunu saklamaz hale geliyor. Zarif, sessiz ve asil babasının bu özelliği, Liz'i belli ki öylesine etkiliyor ki sonraki yıllarda da hep eşcinsel erkeklere ilgi duyduğunu görüyoruz. Daha çok küçük bir kızken dikkatleri çekmeye başlayan yüzünün güzelliği ona hem hayat boyu sürecek bir şans hem de bir lanet oluyor aslında. Hırslı annesinin de yönlendirmesiyle, babasının isteksizliğine rağmen film dünyasına adım atan küçük Liz, özgüvenle güvensizlik, hırçınlıkla tatlılık, tuhaf bir zekayla durgunluk arasında gidip geliyor. Dünyanın en güzel gözlerine sahip olsa da kısa boyu, tombul vücudu, şekilsiz bacakları ve vücuduna göre büyük olan kafası nedeniyle genç kızlığında kompleksler yaşayan, hayatı boyunca çekeceği aşırı tüylenme sorunu nedeniyle de rahatsız olan Liz, yine de Tanrı vergisi olan doğal seksapeli ve dikkat çekici yüz güzelliği sayesinde rakiplerinin arasından sıyrılmayı başarıyor. Kuşkusuz yalnızca güzelliği değil asıl olarak yıldız olma yolundaki hırsı, azmi ve annesinin tutkusu açıyor ona tüm yolları. Yine de her şey o kadar da kolay gelişmiyor. İlk denemelerde başarısız olsa da
Lassie Come Home filmiyle parlıyor, ardından yine bir-iki başarısız proje, sonra azmiyle elde ettiği
National Velvet filmindeki başrol, ardından yine sıradan projeler... Hayatı yalnızca filmlerden öğrenen, Los Angeles'taki film stüdyolarında büyüyen, stüdyonun çocuk yıldızlar için oluşturduğu okula giden Liz, aslında son derece kapalı bir çevrede, gerçek hayatı yaşamadan gelişiyor. Bir tür gerçek
Truman Show'da yaşıyor adeta. Filmdekinden tek farkı, o dışarıda gerçek bir hayat olduğunu biliyor. Bir tür kapalı masal ülkesinde, kendi güzelliğiyle büyülenen ve etrafındakileri de büyüleyen bir şekilde büyüyen bu sıra dışı çocukkadın da, bir an önce erkekleri tanıma ve onların aracılığıyla gerçek dünyayla tanışma telaşına düşüyor elbette. O andan itibaren de hayatı boyunca sürecek bir başka dramının başlangıcına tanık oluyoruz. Liz, ilk genç kızlığından tüm dünya erkekleri tarafından arzulandığı zamana dek sürekli olarak kendisini istemeyen erkeklere âşık oluyor, onların peşinden kimi zaman ısrarcı olacak denli koşuyor. Çoğu zaman da istediğini elde ediyor! Kitapta aşk ve meslek hayatına dair pek çok skandal öyküsü, mahrem ayrıntılar var doğal olarak. Hollywood'un gelmiş geçmiş belki de en büyük yıldızının kariyer basamaklarını nasıl çıktığını,
Devlerin Aşkı'ndan
Kleopatra'ya dek efsane filmlerinin öykülerini de okuyorsunuz. Aralarında Michael Jackson'ın da olduğu ünlü dostlarıyla yaşadıklarını, hayvanlara ve özellikle de küçük köpeklerine duyduğu sevginin nasıl başlayıp büyüdüğünü de izliyorsunuz. Bu arada gösterişli mücevherleri, en ünlü modacıların elinden çıkan kıyafetleri de resmi geçit yapıyor. Kitap, bir Hollywood efsanesinin şaşaalı hayatını tüm renkleriyle yansıtıyor kısaca. Ancak asıl yapmaya çalıştığının bir Hollywood efsanesinin hayatını parlak yönleriyle olduğu kadar kusurları ve zayıflıklarıyla da, tüm çıplaklığıyla ortaya sermek olduğunu görüyorsunuz. Şatafatlı yaşamının son dönemlerinde, bir türlü kurtulamadığı alkol ve uyuşturucu ilaç sorunundan arınmak için defalarca yattığı kliniklerde yaşadıkları, unutulmaya yüz tutan bir efsane olmanın yarattığı depresyonla başa çıkmaya çalışması gibi detaylar bu bol yıldızlı yaşamın en gölgeli bölümlerini oluşturuyor.
DOKUZ CANLI, OLGUN KADIN
Heymann'ın kitabının son sözlerini Taylor'ın en yakın dostlarından hem çocukluk arkadaşı hem ilk filmlerindeki partneri hem de ilk flörtlerinden biri olan, Roddy McDowall'ın 1993 yılında ölmeden önce söyledikleri oluşturuyor: "Elizabeth'in çocuk yıldızdan Hollywood'un büyük sokak ikonu haline gelişini izledim. Lüks ve stilin canlı bir ifadesi, beyaz perdenin tek kadın yüzü. Hollywood stüdyo düzeninin son yaşayan ilahesi ve bağımsız olarak filmlerde oynayabilmek için o gelenekten kopmayı başaran ilk büyük oyuncu. Aynı zamanda da ilk yedi rakamlı sözleşmelere imza atan kişi, bir filmde oynamak için ilk kez bir milyon dolar alan aktris. Ama aslında Elizabeth Taylor bir aktrisin çok ötesinde biri. O bir kişilik. Dünyanın dikkatini AIDS felaketine ilk yönelten süperstar. Hem de böyle bir duruşun hiç de popüler olmadığı bir zamanda. O, her zaman akıntıya karşı yüzdü. Altta kalan için sesini yükseltmekten hiç korkmadı. Hep dostlarına sadık, düşmanlarına karşı acımasızdı. Elizabeth Taylor'ı kiminle karşılaştırabilirim, bilmiyorum. Belki Marilyn Monroe? İkisi de kendi zamanlarının efsanesiydiler. Ama aradaki fark Marilyn'in yalnızca 36 yaşındayken ölmesi. Anılarımızda oldukça genç yaşında, donmuş olarak duruyor; hâlâ güzel, hâlâ seksi, hâlâ kırılganlığın ve masumiyetin bir abidesi. Liz ise 'dokuz canıyla' olgun bir kadın. Kilo aldı, hastalıklar atlattı, alkolizm ve uyuşturucu bağımlılığından geçip, öbür uçtan çıktı. Elbette mükemmel değil. Bir sürü kusuru var. Ama gerçek biri. Zenginliğine ve ününe karşın, hepimizin zaman zaman karşılaştığımız zorlukların pek çoğuyla başa çıkmak zorunda kalmış biri."