Milletlerin devlet kurmadığı, devletlerin millet inşa ettiği gerçeği ışığında kendi milletimizin ulus-devlet sürecinde nasıl şekillendirildiğini, Benedict Anderson'ın milliyetçilik araştırmalarına yeni bir soluk getiren ifadesiyle, bu "hayalî cemaat" in nasıl ete-kemiğe büründürüldüğünü yakından incelemek şüphesiz toplumumuz gündeminde öncelikli yerini çeyrek asırdır koruyan bir sorunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Diğer bir ifadeyle Türk ulus-devletinin inşa aşamalarını ve bu süreçte yaratılan kavramları anlamadan ve sorgulamadan diğer pek çok sorunumuz gibi Kürt meselesini de kavrayabilmek mümkün değildir.
Zikrettiğimiz süreç incelenirken, Türk ulus-devleti kurucularının benzer girişimlere nazaran ciddî avantajlara sahip olduğu gerçeğinin altı çizilmelidir. Milliyetçi çatışmaların hızla yoğunluk kazandığı bir çok uluslu imparatorluğun temel unsurunun kendisini merkeze koyan bir Osmanlıcılığa yönelmiş olması, bu unsurun "millî" tarihinin yeniden yaratılması çalışmalarının önemli yol kat etmiş bulunması benzeri gelişmeler Cumhuriyet kurucularının işini, Hint Müslümanlarının bir bölümünden "Pakistan" milleti, Vilâyât-ı Selâse Slavlarından "Makedon" milleti yaratmaya çalışan devlet adamı ve entelektüellerden ya da "Ürdün" ve "Irak" milletleri inşa etme vazifesini üstlenen Haşimi ailesi mensuplarından daha kolay kılmaktaydı. Ancak tüm bu avantajlarına karşın, bu ete-kemiğe büründürme sürecinin sancısız olduğu, dönüşümün sorunsuz bir şekilde gerçekleştirildiği düşünülmemelidir.
Her ulus-devlet kuruluşunda olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin tesisi sırasında da bir millet tanımı yapılmış, bu milletin tarihi yeniden yorumlanmış ve mensuplarının hangi özelliklere sahip olması gerektiği ideolojik kavramsallaştırmalar ve yasal metinler aracılığıyla topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Türk ulus-devleti kurucuları bunu yaparken yarattıkları "millet"in temel nitelikleri konusunda "olması gereken" e fazlasıyla ağırlık veren bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Bu liderler, dönemin Avrupası'nda yaygın kabul gören ırkî antropoloji, milliyetçi tarih ve dil tezlerinden etkilenerek inşa ettikleri bu "olması gereken"in "olan" ile uyumsuzluğunun ise ciddî bir mesele olmadığı, bunun kapsayıcılık yardımıyla süreç içinde halledileceğini düşünmüşlerdir. İlginçtir ki, kapsayıcı bir Osmanlı kimliğinin, bir Osmanlı milleti yaratılması alanında ne denli başarısız olduğunu bizzat kendi hayat tecrübeleriyle öğrenen ulus-devlet kurucuları, buna ilâveten geliştirdikleri "olan"ın aslında "olmaması gerektiği" teziyle sorunu daha da çetrefil hale getirmişlerdir.
Ulus-Devletini sadece "olması gereken" tasarımındaki ideolojik kavramsallaştırmalarla inşa eden bir toplumun uzun süre temel sorunların varlığını reddetmesi tesadüfî değildir. Cumhuriyeti sadece Türklerden oluşan, Türk Tarih Tezi ve dönemin lise müfredatında sıklıkla atıfta bulunulan ırkî parametreler ve kafatası yapılarıyla tanımlanan bir halkın kurduğu var sayıldığında, bu tanımla çelişen gerçekler bununla uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla ilerleyen dönemlerde karda yürürken çıkartılan seslere atfen adlandırıldığı ileri sürülen, gerçekte toplumun çoğunluğundan farklı bir dili bulunmadığının farkında dahi olmadığı var sayılan topluluklar tahayyül etmeye ulaşan tezler geliştirilmesinin nedeni de budur. Bu ise aslında toplumsal gerçeklikleri idrak alanında yaşanan bir zaaftan ziyade ideolojik bağlamda sadece "olması gereken"e dayandırılmış bir ulus-devlet kavramsallaştırmasının ürünüdür.
Ancak, bu kavramsallaştırma ideolojik ve kuramsal bağlamda sağladığı rahatlığa karşın, uygulamada gitgide çetrefilleşen sorunları beraberinde getirmiştir. Bu sorunlar ise zannedildiğinin tersine yok var sayılarak ve saydırılarak halledilememiştir. Türkiye'de sadece Türklerin var olması gerektiği temeline dayalı siyaset, sorunu çözmediği gibi, merkezi maksimalist taleplerle ortaya çıkan radikal milliyetçi toplum unsurlarıyla muhatap olma zorunda bırakmıştır. Halbuki bunun yerine siyasetler, tanımlar ve kavramlar gerçekte olana uyumlu hale getirilebilseydi, talepler belli bir düzeyde karşılanabilseydi sonuçlar hiç şüphesiz farklı olurdu. Tıpkı Ermeni toplumu adına maksimalist Daşnaktsutyun ile muhatap olma durumunda kalan Osmanlı merkezi gibi, Ankara da karda yürürken çıkartılan seslere atfen isimlendirilen, özgün dili olmayan topluluklar benzeri tezler neticesinde Kürt toplumu içindeki en radikal, maksimalist gruplarla muhatap olmak zorunda kalmıştır.
Sorunun çözümünde atılacak ilk adım tanım, temel kavram ve siyasetleri "olan"la uyumlu hale getirecek yeni bir tasavvurun yaratılmasıdır. "Açılım" olarak adlandırılan siyasetlerin doğurduğu tepkiler, uzun yıllar boyunca "olması gereken" ideal durum dışında her türlü gerçekliği reddeden bir ideolojiyle yoğrulan bir toplumun "olan"ın varlığını kabul etmesinin dahi ne denli zor olduğu göstermiştir. Tabiî "olan" ile uyumlu bir tasavvur geliştirilmesinin sorunun hallinde bir "gümüş kurşun" işlevi göreceğini düşünmek de fazla anlamlı değildir. Bu Türk milliyetçiliği ile neredeyse eşzamanlı olarak ortaya çıkan bir öncül (proto) milliyetçiliği takiben şekillenip, süreç içinde gelişimini tamamlayarak, kendi tasavvurunu yaratan ve kendisini bu tasavvurun sözcüsü olarak gören bir akım ile uzlaşılması çabasının sadece başlangıcı olacaktır. Bunun ne denli zor olduğunu vurgulamak ise pek tabiî gereksizdir.