Sağolsunlar beni de aradılar. "Sevgili Sezen"le (ama o bizim Günaydın'daki "Sevgili Sezen", Sezen Aksu değil yani!) karşılıklı röportaj yaptık! Yayınlandığında baktım ki, efendi efendi cevaplar vermişim. İnsanın bazı şeyler aklına sonradan geliyor. Öyle detaylar var ki geçmişime gömdüğüm, güzellik sırrı değil, daha ziyade "gardıroptaki iskeletler" olarak nitelenebilir gavur tabiriyle. Utanç verici anılar yani! Yirmili yaşların ortalarından itibaren şık şık moda ve kadın dergilerine editör olduğum için, bu işleri ister istemez öğrendik. Güzellik ve bakımla ilgili olarak öğrendiğim en önemli kural şudur: Çok oynama, bozarsın! Yani iki günde bir cilt bakımına şuna buna gitmeler, ağır peeling'ler, elli çeşit kremi üst üste kullanmak, kafayı göz çevresine falan takmak, bir nevi "cilt anoreksiyası"na dönüyor zaman içinde! Bakımda aşırıya kaçmayacaksın. 20 yaşında kızların dudak silikonu taktırmalarından, oraya buraya enjeksiyon yaptırmalarından da, bu dersi alabiliriz! Bizim o yaşlardaki güzellik tecrübelerimiz daha bilinçsizdi tabii. Estetikler, iğneler falan zaten söz konusu değildi henüz. Şimdi 20 yaşındaki resimlerime bakıyorum, şu anki halimden daha büyük gösteriyormuşum! O zamanların en önemli unsuru yanık görünmekti. İşin kötüsü bronzlaştırıcı kremler havuçtan yapıldığı için turuncuya bakan bir sarı yapardı insanı. Solaryumlar bu kadar gelişmemişti, kara sarı bir renk verirdi. O günlerin en vazgeçilmez malzemesi "Terra Cotta" adındaki, şimdilerde hala kullanılan bir pudranın orijinal versiyonuydu. Terracotta'sız çıkılmazdı! Bizim makyajdan anladığımız buydu 20 yaşında... Malzemeler: Ben, terracotta, büyük bir fırça. Ondan sonra boya boyayabildiğin kadar! Ne zaman ki yüz, bakır kaplama kıvamını aldı, olmuş demektir! Dudağına da kahverengi ruj kalemi çerçevesi içinde sedefli parlatıcı... Süper! 20 iken, birden oldun 35! 90'lı yılların başında kozmetik endüstrisi de bu kadar gelişmemiş miydi acaba? Ya da daha az kadın dergisi vardı, ne bileyim. Ev yapımı reçeteler denerdik ara sıra. "Saça badem yağı maskesi" bunların önde geleniydi. Saçının pırıl pırıl parlaması, ahenkle dans etmesi hayalleriyle, ılık badem yağıyla saçını kaplarsın. Vıcık vıcık! Artık ne kadar öyle oturabilirsen, o kadar iyi. Kimisi saçına duş bonesi geçirip, gece de öyle yatardı! Ertesi sabah üç yıkama, beş yıkama, artık Allah ne verdiyse... Yine de saç hafiften yağlı kaldığı gibi, badem yağının herhangi bir mucizesini de görmüş değilim! Ne kendimde, ne başkasında! Yine de ikide bir birbirimizi dolduruşa getirip badem yağı yapardık. Bu işlem, bazı diğer saç bakımlarının yanında masum kalırdı tabii. Özellikle koku itibariyle. Hiç unutmuyorum, önemli bir parti öncesi, kuaförüm, o günlerde belime kadar gelen saçlarımın ışıl ışıl yanacağını vaat ederek bir bakım yaptı. Maalesef yumurtalı! Kaç kere yıkadık hatırlamıyorum ama sanki yıkadıkça kokuyordu saç! Sadece partide buram buram yumurta koktuğum için popülaritem azalmakla kalmadı, müteakip üç gün, yürüyen omlet olarak yaşadım! Yüze sürülen zeytinyağı-bal karışımlarının, Nivea kremlerin yaptığı sivilcelerden mi bahsetsem, dilim salatalık maskelerinden, batırma çay kompreslerinden mi, yoksa güneşte daha iyi yanmak için kullandığımız koladan, kakao yağına, binbir türlü ev reçetesinden mi? Bunların ardından birçok profesyonel ve gelişmiş ürünle dolu dergicilik yıllarım geldi. 30'lu yaşlara geldiğimde ise, şu noktadayım sevgili güzelliğine düşkün okurlarım: Bırakın dağınık kalsın!