Diyelim ki gittiniz her şeyi ardınızda bırakarak. Ya da siz kaldınız da, sizden gittiler. Bir yalnızlık, bir korkmuşluk, bir çaresizlik geldi üzerinize. Boşluklara düşmekten korktunuz. Ya da o boşlukların nasıl dolacağından... Kendi başınıza olmaktan, kendiniz kalmaktan, kendi korkularınızdan korktunuz. He yaparsınız? Hayata karşı hangi savunma mekanizmaları geliştirirsiniz? Hayatın yeniden anlamı olsun, siz kendiniz yeniden anlamlar kazanasanız diye neler yaparsınız? Boşlukları doldurmak için, bulduğunuz her şeye, hemen arsız çocuklar gibi saldırır mısınız? Yeni bir aşka.. Yeni ilişkilere.. Yeni insanlara.. Kapınızı kolayca açar mısınız? Yoksa gönlünüzü nadasa mı bırakırsınız? Ard arda ne kadar çok soru değil mi? Hangisinden kaçar, hangisine yanıt verirsiniz? Kalabalık yaşamların en büyük tehdidi belki de bu yalnızlık korkusu. Her şeyi herkesle birlikte yapmaya, kendimizi bir başkasıyla yaşamaya öylesine alıştırmış ki bu yaşam tarzı; her şeyden korkuyoruz. Ama en çok da kendi yalnızlığımızdan. Tek başınalığımız hiçbir şey ifade etmiyor. Sevgilisi ile olan iki yıllık ilişkisini bitiren genç kız, kendine ağlıyor, "Ben şimdi ne yapacağım?" diye. Bütün anlamlarını kaybetmiş hissediyor. Neden? Çünkü yalnızlığından korkuyor. Bir başka genç kız, diğerlerine oranla çok düzgün sayılabilecek ilişkisini kendi paranoyalarıyla kendi için cehenneme çeviriyor. "O şimdi nerede, o şimdi kiminle, o hala niye aramadı?" diyerek kendi kendini yiyip bitiriyor. Böyle o kadar çok örnek var ki. Herkes yalnızlığından korktuğu için dışarılarda. Evler ise dört duvar sessizlikte. Kafelerde, akşamüstü barlarında, gece kulüplerinde dolaşan o sayılı kalabalığa bakınca, kendilerinden hızla kaçan o insan topluluğunu görürsünüz. Kim kendine ne kadar uzak olursa, kim bir başkasına kendinden daha yakın olursa o ölçüde mutlu. Birinin bir şeyi olmak önemli çünkü.