POP starlarımızı televizyonda seçiyoruz... Çocuk katillerini televizyonda yakalatıyoruz... Parçalanmış aileleri televizyonda birleştiriyor, kayıpları yine televizyonda ailelerine kavuşturuyoruz... Televizyonda tanışıyor, televizyonda talip oluyor, televizyonda izdivaç eyliyoruz... Adaletin yetmediği yerde, günlük davaları ekran mahkemelerinde çözmeye çalışıyoruz... Müsabakaların tartışmalı pozisyonlarını ekranda çözüyor, hakem düdüklerinin dağıtamadığı adaleti, spor ekranlarında paylaştırmaya çabalıyoruz... Dayak yiyen kadınların, işkence gören çocukların dertlerine ekranda deva bulmaya çalışıyoruz... Koca KKTC'nin eski Cumhurbaşkanı, derdini anlatabilmek için Kurtlar Vadisi dizisinde oynamak zorunda kalıyor... Fındık üreticileri elde kalan mallarını aganigili televizyon kampanyalarıyla satmaya çabalıyorlar... Son olarak CHP'li Kılıçdaroğlu ile AKP'li Dengir Mir Mehmet Fırat'ın düellosu için de platform olarak televizyon seçildi. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu ve işin siyasi portresini politika yazarlarına bırakıyorum. İşin beni ilgilendiren kısmı, televizyonun tehlikeli bir biçimde hem mahkeme, hem meclis, hem Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, hem Maliye Bakanlığı, hem İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Müdürlüğü gibi kullanılması... Kılıçdaroğlu ile Fırat'ın ekran düellosu yapmak için kullandıkları Meclis salonunun fonunda "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" yazıyordu. Milletin egemenliğinin tezahür ettiği yer ise sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi oturumları olmalı... Milletin vekilleri, demokrasinin kendilerine tanıdığı tüm hakları sonuna kadar kullanıp, kozlarını bu oturumlarda paylaşmalı. Peki Meclis'in neyi yetersiz kaldı ki, bu iş ekranlarda boks maçını andıran bir "televizyon şovu" haline dönüştürüldü? Televizyonun gücünü, içinde görev aldıkları TBMM'nin gücünden daha etkin ve heybetli görenler, milletin egemenliğini, milletin meclisinde nasıl tesis edebilirler ki?