2003 Ocak'ının son günleri. "Bir başka dünya" özlemi çekenlerin, "Altermondialist"lerin Mekke'si Porto Alegre'de kürsüdeki adam her cümlesi 80 bin kişi tarafından alkışlarla kesilen konuşmasında şöyle diyordu: "Kardeşlerim, yoldaşlarım; burada sizlere tek söz veriyorum. Elbette hatam olabilir. Ama ne kadar hata yaparsam yapayım, beni bu ülkenin başına getiren ideallerimden asla vazgeçmeyeceğim." Her sözcüğün ardından kürsüye yumruğunu vuran o adam Luis Inacio Lula da Silva'ydı. Brezilya tarihinin ilk solcu Devlet Başkanı. Göreve başlayalı bir ay bile olmamıştı. Ve iktidara geldiğinde Brezilya'nın ekonomik durumu hiç de iç açıcı değildi: Uzakdoğu'yu vuran ekonomik tsunaminin dalgaları 1998 başında Brezilya'ya ulaşmıştı. Dış ticaret açığının kapatılmasını sağlayan yabancı sermaye girişi kesilmişti. Tam tersine dehşet verici bir sermaye kaçışı yaşanıyordu. Döviz rezervleri günde 1 milyar dolar eriyordu. 13 Ocak 1999'da Devlet Başkanı Fernando Henrique Cardoso yüzde 8'lik devalüasyona gitmek zorunda kaldı. Iıııh; iş çevreleri yeterli bulmadı. Sermaye çıkışı daha da hızlandı. Tam o sırada IMF, bütçeden 28 milyar dolarlık kesinti yapılması ve faiz oranlarının daha da yükseltilmesi için bastırmasın mı? Resesyon iyice derinleşti ilk aşamada kan kustular ama sonra IMF reçetesinin etkisi görüldü; ekonominin ateşi yavaş yavaş düştü. Ne var ki Brezilya'daki virüs Latin Amerika'nın diğer ülkelerine sıçramıştı. Özellikle de kıtanın ikinci büyük ekonomisi Arjantin'e. İktisatçılar -kim demiş onların duygudan ve romantizmden yoksun olduğunu- bu sayede yeni terimler ürettiler. Brezilya'daki krizin kıtanın diğer ülkelerine yayılmasına "Samba etkisi" adını verdiler, bumerang gibi Arjantin'den başta Brezilya olmak üzere yine kıtanın tümüne dönmesine de "Tango etkisi!"
30 MİLYAR DOLARLIK YARDIM
Arjantin'de 2001'de patlayan krizle birlikte Brezilya'nın borçlanma kağıtlarının risk primi birkaç günde yüzde 25 arttı. 1992-2002 arasında 128 milyar dolardan 288 milyar dolara çıkan dış borcun vadesi gelmiş ana parasını ve faizini ödeyebilmek ve de cari ödemeler dengesi açığını kapatabilmek için yılda en az 50 milyar dolara ihtiyacı vardı. 2002 Temmuz'unda Brezilya'da kriz paniğe dönüştü, "real", yani ulusal para dibe vurdu: Ocak-Temmuz döneminde değerinin yüzde 30'unu yitirdi ve bir dolar 3.47 real'a fırladı. Oysa sadece 3 yıl önce real ile doların değeri eşitti. ABD'nin baskılarıyla IMF, Brezilya'ya ek yardım yap(a)mayacağını açıkladı. Yani "Başının çaresine bak" dedi ya da "Ne halin varsa gör..." Ardından ABD Hazine Bakanı -sözünü esirgemeyen- Paul O'Neill bu görüşü kendine özgü açıksözlülükle tekrarladı: "ABD vergi mükelleflerinin paralarıyla Brezilya'ya yaptığımız yardımın İsviçre'deki hesaplara aktarılmayacağı güvencesi verilmedikçe, bu ülkeye zırnık koklatmayacağız!" Kıyametin koptuğunu söylemeye gerek var mı? İki gün sonra Beyaz Saray sözcüsü özür diledi ama ok çoktan hedefine ulaşmıştı. O'Neill'in "gönül alma" ziyareti için Brezilya'ya gittiği günlerde, 7 Ağustos 2002'de IMF, tarihinin en büyük kurtarma operasyonunu başlattı: Brezilya'ya 30 milyar dolarlık yardım paketi hazırlanmıştı. Ve bu paket Brezilya'da başkanlık seçimlerine birkaç hafta kala açılıyordu. Biraz da hatta büyük ölçüde, İşçi Partisi'nin adayı Lula'nın önünü kesmek için. Daha önce üç kez girdiği başkanlık seçimlerini yitirmiş olan Lula işte bu koşullarda dördüncü sınav için seçmenin karşısına çıkmıştı. Tamam; oy verme gününden önce kapısını çalan IMF heyetine, iktidara gelirse önceki hükümetin sözlerine bağlı kalacağını taahhüt etmişti ama kendi programındaki hedeflere ulaşmak için elinden geleni yapacağını da açık seçik anlatmıştı. Neydi o hedefler: "Öncelikli amacım, Brezilya halkının yarısını pençesine alan açlığı ve yoksulluğu yenmek olacak. Seçilirsem, nüfusun yüzde 20'sinin ülke zenginliğinin yüzde 65'ini elinde tuttuğu, yine nüfusun yüzde 1'ini bile oluşturmayan toprak ağalarının arazilerin yüzde 50'sinden fazlasına sahip bulunduğu bir Brezilya devralacağım. İlk işim, toprak reformuyla 4.5 milyon köylüye arazi vermek olacak. Yapamazsam, değil ben, siz bile kaosu önleyemezsiniz." Ve eklemişti: "Beyler, reformların reformu zamanı geldi." En başta özetlediğimiz Porto Alegre'deki tarihi konuşmasından sadece iki gün sonra ikinci tarihi adımını atmış, Davos'a gitmişti. Önemli not: İsviçre Alpleri'nin eteklerindeki bu kasabada "Küresel beyin fırtınası"na katılacağını Porto Alegre'deki "silah arkadaşları"ndan gizlememişti: "Davos'a davet edildim. Ama siz olmasaydınız, beni oraya asla çağırmazlardı." Başbakan Erdoğan'ın da ilk kez katıldığı o Davos toplantısı tarihe küreselleşme karşıtlarının, daha doğrusu küreselleşmenin sosyal boyutunun ihmal edilmesine savaş açanların büyük patronları etkiledikleri randevu olarak geçecekti. Lula'yı 2003 başındaki o karlı günlerde Davos'tan alkışlar eşliğinde Brezilya'ya uğurlamadan önce, o sıralar geride bıraktığı 58 yılının özetini aktarma zamanı geldi. Tabii bizim o geniş parantezlerimiz arasında... (Luis Inacio da Silva -Lula ona halkın verdiği ad; "Küçük Luis ya da Luis'cik anlamına geliyor- 27 Ekim 1945'te Pernambouc eyaletindeki Caetes köyünde dünyaya geldi. Ailenin 7 çocuğundan biriydi. Ailesine bakamayacağını anlayan babası gurbete yelken açtı; Sao Paulo'ya 40 kilometre uzaklıktaki Santos limanında işçi olarak çalışmaya başladı. Lula'nın 7 yaşına bastığı sıralarda, 7 çocuğunu tek başına büyütmeye çalışan annesi, kocasının yanına gitmeye karar verdi. Santos'a varınca yıkıldılar; babaları bir başka yuva kurmuştu. Anne ve 7 çocuğu başlarının çaresine bakmak zorundaydılar. Tüm çocuklar aile bütçesine katkı için iş peşinde koştu. O nedenle 10 yaşında okulu bırakmak zorunda kalan küçük Lula da. Ayakkabı boyacılığı, şeker ve sakız satıcılığı yaptı.
SENDİKA DÜNYASININ YILDIZI
14 yaşında Sao Bernado'da bir otomobil fabrikasına girdi. Ardından metal işçisi oldu. 1960'lı yıllarda Brezilya ekonomik patlama gerçekleştiriyordu ama bundan işçi sınıfının payına zerre düşmüyordu. Lula sendikaya üye oldu, görüşleri keskinleşti. Hitabet yeteneği ve toplu sözleşme pazarlıklarında çetin cevizliğiyle kısa sürede işçi sınıfında adını duyurmayı başardı. 1975'te metal sendikasının başkanı oldu. Artık sendika dünyasının yükselen yıldızıydı. Sık siyah sakalı, hep darmadağınık saçları ve de içtenliğiyle -ya da halk diliyle söylersek dobracılığıyla- emekçilerin simgesi konumuna geldi. Keskin çıkışları nedeniyle o dönemde birkaç kez cezaevlerinde ağırlandığını da ekleyelim. 1980'de sendikacılıktan siyasete geçmeye karar verdi ve ülke tarihinin son askeri diktatörü General Joao Figueiredo'nun demokrasiye dönüş hazırlıkları yaptığı günlerde Troçkici eğilimli İşçi Partisi'ni kurdu. Troçikicilik sadece etiketti, çünkü parti ilerici Hıristiyanlar'dan Bolşevikler'e kadar 11 farklı hizipten oluşan bir ittifaktı. İlk adaylığı ya da seçmen karşısına ilk çıkışı 1982'de Sao Paulo eyaleti valiliği için oldu. Feci bir yenilgiye uğradı. 1985'te Lula'nın da başı çekenler arasında yer aldığı protesto gösterileri sonucu General Figueiredo iktidarı sivillere devretmeye karar verdi. Seçime gidildi. Bir sivil, Tancredo Neves devlet başkanlığına seçildi. Ne var ki, sadece 4 ay sonra ölüverdi. Başkan Yardımcısı Jose Sarney geçti yerine ve bir kemer sıkma programı uygulamaya başladı. Arada, 1986'da, Lula milletvekili seçilip Kongre'ye girdi. 5 Ekim 1988'de yeni Anayasa yürürlüğe girdi. 1969 tarihli anayasaya göre çok daha demokratikti. Halkoyuyla seçilecek başkanlık sistemi getiriyordu. Parlamentoyu çift meclisli yapıyordu: 8 yıllığına seçilen 81 senatörden oluşan Senato ve 4 yıllığına seçilen 503 üyeli Millet Meclisi. 1989 sonunda, 30 yıl sonra ilk demokratik seçimler yapıldı. Bu, Lula'nın devlet başkanlığına ilk kez adaylığını koyduğu seçimdi. Başarmak için imajını yenilemeye karar verdi: Sakalını kısalttı, dişlerini yaptırdı. Ancak bu kişisel "devrim" i seçilmesine yetmedi; Fernando Collor de Mello, Brezilya'nın halk tarafından seçilmiş ilk Devlet Başkanı oldu. Ne var ki Mello, üç yıl sonra 1992'de rüşvet iddiasıyla görevden uzaklaştırıldı. Yerine Başkan Yardımcısı Itamar Franco geldi.
YENİLGİLER ONU DEĞİŞTİRDİ
1994'te Brezilya dünyayı etkisi altına alan resesyon ile baş edebilmek için yeni kemer sıkma programı hazırladı. Tam da o sıralarda yapılan başkanlık seçimlerinde Lula ikinci kez halktan oy istedi. Bir düşkırıklığı daha: Fernando Henrique Cardoso oyların yüzde 54.3'ünü alarak başkanlığa seçildi. Lula mı? Yüzde 27'de kaldı. Sonra üçüncü deneme: 1998'deki başkanlık seçimlerinde Lula yine aday oldu ama ekonomik başarıları nedeniyle halkın el üstünde tuttuğu Cardoso karşısında yine kaybetti.) Peş peşe üç seçim yenilgisi Lula'yı değiştirdi (imaj yenilemeye devam etti; gardırobunda ütüsüz, ucuz pantolonların yerini koyu renk Armani takımlar aldı.) 27 Ekim 2002'deki başkanlık seçimleri arefesinde, IMF ile Stand-by anlaşmasına uyacağına, kemer sıkma programını uygulamaya devam edeceğine söz verdi. Ve seçildi. İkinci turda. Ama oyların üçte ikisini (abartmayalım; yüzde 61.3'ünü) alarak. O günlerde onu Venezuella'nın cuntacı-devrimci karışımı lideri Hugo Chavez'e benzeten de vardı, 1973 Eylül'ündeki darbede can veren Şili lideri Salvador Allende'ye de... Ama o ikisinden de farklıydı, çok farklı... 1 Ocak 2003'te yemin ederken, "İşte oldu" diyordu, "Değişim gerçekleşti. İnanç korkuyu yendi. Toplumumuz yeni bir yola sapma zamanının geldiğini gördü" Ancak hedeflerini ve seçim kampanyasında Brezilya halkını umutlandıran vaatlerini hayata geçirmeye kalkışınca, aşılması çok zor engellerle karşılaşacağını biliyordu. Halk ondan iş istiyordu, okul istiyordu, herkesi kapsayacak sosyal güvenlik şemsiyesi istiyordu, devletin sağlık hizmetlerinin hem genelleşmesini hem de iyileşmesini istiyordu. Ama öte yandan Brezilya artık taşınamaz hale gelen kamu borcu ve ekonomiyi felç eden dış ticaret açığıyla boğuşuyordu. İlk iki icraatı ne oldu tahmin edin? Sosyal güvenlik ve vergi sistemlerine çekidüzen vermek. Birbirinden can alıcı iki reform. Maliye Bakanlığı'na kendisi gibi eski bir Troçkici olan ama artık pazar ekonomisinin erdemine inandığını söyleyen Antonio Palocci'yi getirdi. Yine inanmayacaksınız; bu tercih uluslararası piyasalarda ayakta alkışlandı. Palocci, "Nasıl başaracaksınız" sorusuna şu cevabı veriyordu: "Benim bir avantajım var; ekonomiden zerrece anlamıyorum!" Lula ve ekonomiden anlamayan Maliye Bakanı Palocci öyle kemer sıktılar ki, işverenler, hatta IMF bile "Bu kadarı fazla" demek zorunda kaldılar. Dinlemedi, bir bildiği, bir hedefi vardı. Ulaştı: Stand-by biter bitmez, IMF'ye o güne kadar verdiği destek için teşekkür edip, kapıyı gösterdi. Ama ekledi: "Stand-by'ın bitmesi bütçe disiplininin sonu anlamına gelmiyor. Tam tersine daha sıkı para politikaları uygulayacağız." Doğrusu IMF de memnundu; Brezilya'nın tekerlekli iskemleden kalkıp yürümeye başlamasını kendi reçetelerinin başarısına bağlıyordu. Başkanlık süresinin yarısında açlık sınırındaki nüfusu ciddi ölçüde azaltan, okuma çağındaki nüfusun tümünü okula göndermeyi başaran ve dünyanın 10'uncu büyük ekonomisini 20 yıl sonra ilk 4'e sokmayı hedefleyen Lula, hiç de sol olmayan politikalarını eleştirenlere de içtenlikle itiraftan kaçınmıyor: "İyi ama ben yaşamımın hiçbir döneminde Marksist-Leninist olmadım ki.. Tam tersine hep liberal görüşleri savundum." Kendi ifadesiyle "Diplomasız işçi" Lula, Brezilya'yı küreselleşme sürecinin en önemli aktörlerinden biri yapmayı başardı. Bir gün bizim de böyle vizyon sahibi bir sosyal demokrat liderimiz olur mu dersiniz?