Bu hafta kahramamız, bir koltuğunun altında son yayınlanan felsefe kitabı, diğerinde ise ağır bir edebiyat dergisinin son sayısı bulunduğu söylenen bir entelektüel. Bizimle bağlantısı açısından anlatmamız gerekirse, Ankara'ya iki yıldır mide spazmları, hatta kalp çarpıntıları geçirten bir Amerikalı. Adını duyan, onun 2003 Temmuz'unda yanardağ patlamasından farksız çıkışını anımsıyor. Türk-Amerikan ilişkilerinin stratejik ortaklıktan asimetrik düzleme geçmesinde onun yenilir yutulur gibi olmayan o cümlelerinin çok ama çok ciddi etkisi var. Bilmem hatırlar mısınız, hatırlamak ister misiniz; ünlü 1 Mart 2003 tezkeresinin oylamasından 4 ay sonra yaptığı o "tarihi" konuşmada şöyle demişti: "Irak krizinde Türk Genelkurmayı güçlü liderlik gösteremedi. Tezkeresine sahip çıkmadı. Hükümet de halkın neler kaybettiğini anlamadı. Türkiye'ye hayrandım ama dünyanın en kanlı diktatörüyle anlaşma yapmaya yanaştınız. Hata yaptığınızı kabul edin. 'ABD'ye nasıl yardımcı olabiliriz' diye düşünüp karar verin." Türkiye'de Yalova depremi kadar yıkıcı etkiler yaratmıştı bu çıkış. Ama gerçekten de tezkere krizine kadar Türkiye'nin hayranıydı. Ankara'nın siyasi dehlizlerini de İstanbul'un iyi restoranlarını da avucunun içi gibi biliyordu. O kadar çok ve sık gelmişti ki yıllar boyunca... Hatta tezkereden sadece 2.5 ay önce, 2002'nin son ayında, Recep Tayyip Erdoğan'ın henüz yasağının kalkmadığı, o nedenle başbakanlığı Abdullah Gül'ün üstlendiği günlerde yaptığı AK Parti iktidarıyla tanışma ziyaretinde, Türkiye'yi Ortadoğu'ya model göstermişti. İki yıl boyunca yakamıza yapışacak, Washington mahfellerinde bugün artık üstü çizilmiş olan "Demokratik Müslüman ülke" tanımı da onun eseriydi ve o ziyaretin ürünüydü. Yine son durağı Ankara olan, o müttefikleri Irak Savaşı'na hazırlamak gezisi sırasında, hem de Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılıp başlatılmaması kararının alınacağı AB'nin tarihi Kopenhag Zirvesi'nden sadece bir hafta önce, Londra'da Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nde, AK Parti'nin seçim zaferinin şoku içinde olan Avrupalılar'a şöyle seslenmişti: "Türkiye, Avrupa ve Batı ile ilişkilerinde bir karar anıyla karşı karşıya. Türkiye'ye kollarını açacak bir AB, bugünkünden daha güçlü, daha güvenli ve kültürel açıdan daha zengin olacak. Türkiye'nin reddedilmesi gibi bir seçeneği sadece imkansız değil, düşünülmesi bile imkansız görüyorum." 2002 sonunda "Stratejik partner ve dost" dediği Türkiye'den söz ederken ağzından bal damlayan adamın, 7 ay sonra "Ya bizimle uyumlu bir çizgiye gelirsiniz ya da sonuçlarına katlanırız" resti çekecek kadar diş gıcırdatmasının, hatta zehirler saçmasının tek nedeni vardı: Türkiye, "Benim savaşım" dediği Irak operasyonuna takoz koymaya kalkmıştı. Herhalde kimden söz ettiğimizi hepiniz tahmin ettiniz. Evet; huzurlarınızda, Irak Savaşı'nın mimarı, Neo-Con siyasal ve felsefi hareketinin ABD yönetimindeki en etkin ismi ve de Başkan Bush'un şimdi Dünya Bankası başkanlığına aday gösterdiği Paul Wolfowitz. Irak Savaşı'ndan 11 ay sonra, 26 Şubat 2004'te Başkan Bush -şu sıralar ABD ile buzları eritmeye çalışan Türk heyetlerinin kapısında yığıldıkları- Neo-Con'ların önde gelen "think tank" kuruluşlarından "American Entreprise Institute"te yaptığı konuşmada, salonu dolduranlara "Sizler ülkemizin en iyi beyinleri arasında yer alıyorsunuz" diye seslendi. Sonra en ön sıradakileri işaret ederek, "Hükümetimde aranızdan 20 kadarı hizmet veriyor. Onlardan çok memnunum." İşte o 20 kadar beynin hiç kuşkusuz en parlağı ve de en müthiş, en uçuk vizyon sahibi Paul Wolfowitz'di. 11 Eylül 2001 saldırılarının sadece 4 gün sonrası. Bush, Camp David'deki başkanlık konutunda yönetiminin önde gelen isimleriyle toplandı. Konu: "Bu saldırılara nasıl bir yanıt vermeliyiz?" Söz alanların çoğu Afganistan'ı vurmayı salık verdi. Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ise "Tepkimizi Afganistan'da değil, Irak'ta ortaya koymalıyız" dedi. Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın itirazlarını bir el işaretiyle susturan Bush, öneriyi açmasını istedi. O da uzun uzun anlattı. Tecrübesini konuşturdu. (Wolfowitz yurttaşı olmakla gurur duyduğu ABD'nin yönetim çarkına 1973'te katıldı. Görünüşe göre küçük bir dişli olarak. Ama o dönemde Doğu-Batı dengesinin ve diyalogunun kaderinin belirlendiği bir kalbin tam ortasında yer alıyordu: Savunma Bakanlığı'nda Nükleer Programların Azaltılması ve Silahsızlanma Ajansı'nda başkan yardımcılığına getirilmişti. Brejnev'in Sovyetler Birliği ile SALT görüşmelerini o ve ekibi yürütüyordu. Moskova'ya karşı izlenen "Yumuşama" politikalarının doğruluğuna inanmıyordu. Bu tutumu aralarında Ronald Rumsfeld ve Dick Cheney'in de bulunduğu Muhafazakarlar ile sağlam ve de kalıcı dostluklar kurmasını sağladı. İşte o dönemde, tam tarih vermemiz gerekirse 1977'de yaptığı bir analizde yer alan uyarının tüyler ürpertici bir "ileri görüşlülük" gizlediği iş işten geçtikten sonra fark edilebildi: Irak'ın sadece Ortadoğu değil tüm dünya için ne denli büyük bir potansiyel tehlike oluşturduğunu anlatırken, "Bağdat'ın efendileri pek de uzak olmayan bir gelecekte Kuveyt'i işgal etmek için ordularını harekete geçirebilirler" iddiasında bulundu. Ne var ki, Başkan Jimmy Carter bu ülkeden Humeyni devriminin hızla serpilmekte olduğu İran'a karşı denge unsuru olarak yararlanmaya karar vermişti. Ancak yine de Wolfowitz üstlerini her olasılığa karşı hazırlıklı olmak için Basra Körfezi'ne askeri malzeme yüklü gemiler göndermeye ikna etti. Öngörüsü 13 yıl sonra doğrulanınca, Saddam 1990'da ordularına Kuveyt'i işgal emrini verince, çıkartma birliklerinin takviye gelinceye kadar kullanacakları ilk teçhizat, onun tavsiyesiyle yollanmış ve geçen sürede biraz paslanmış o malzemeler olacaktı. Arada o Savunma Bakanlığı'ndan Dışişleri'ne geçti, Doğu Asya ve Pasifik'ten sorumlu bakan yardımcısı oldu, Filipinler'de diktatör Ferdinard Marcos sonrasının geçiş dönemini hazırladı. 1986'da ise 19 yıl sonra, yani günümüzde çok işine yarayacak bir göreve atandı: ABD'nin Endonezya Büyükelçisi oldu. 1989'da, yani Baba George Bush'un iktidarının hemen başında, Savunma Bakanı Dick Cheney'in isteğiyle ilk kamusal işyerine döndü. 1993'e kadar sürecek bu dönemde Soğuk Savaş sonrası strateji planlaması ve ABD askeri gücünün organizasyonu görevini yürüttü. 1977'de öngördüğü Irak'ın Kuveyt işgali de işte o dönemde gerçekleşti. Saddam'ın onca uyarıya ve ültimatoma rağmen Kuveyt'ten çekilmeyeceği, onu söküp atmak için güç kullanmanın kaçınılmaz olacağı anlaşılınca, Wolfowitz'e, "Bu sorunu madem bu kadar iyi biliyorsun, haydi savaşın finansmanını da bul" talimatı verildi. Buldu. 50 milyar dolarlık maliyet hesapladı. Onu "Koalisyon güçleri"ne paylaştırdı. Ayrıca kurtuluştan sonra ödemesi için Kuveyt'e de yüklüce bir fatura hazırladı. Durun bitmedi; operasyonun isim babası da oldu: "Çöl Fırtınası.") 2001 Eylül'ünde, New York'ta İkiz Kuleler'in enkazından dumanların tütmeye devam ettiği sırada, Başkan Bush'un "Haydi görüşünü anlat bakalım" diye söz verdiği adam, elbette "Çöl Fırtınası" harekatında neden Bağdat'a kadar gidilmediğini eleştirmedi. Ne de olsa; bu konunun ucu Başkan'ın babasına dayanıyordu. Sadece George W'suz Bush'un nöbeti Bill Clinton'a devretmesinden sonra "Bir grup arkadaşı" ile hazırladıkları "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi" ndeki hedefleri kısaca anımsattı. Sonra Clinton'a hitaben 1998 başında yayınladıkları "Açık Mektup"tan söz etti. O sırada Johns Hopkins Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler Okulu'nun dekanıydı. Saddam'ın BM silah denetçilerini kovduğu günlerdi. Wolfowitz ve arkadaşları o mektupta Başkan Clinton'a "Diplomasi başarısızlığa uğradığına göre, Irak'a karşı askeri harekatın zamanı geldi" çağrısı yapıyordu. Ve ekliyordu: "ABD'nin hedefi Saddam Hüseyin ve rejimini iktidardan alaşağı etmek olmalı." Bu çağrı onun bireysel bir girişimi değildi. Ayrıca Donald Rumsfeld, Richard Armitage, John Bolton, Robert Zoellick, Zalmay Halilzad ve elbette Richard Perle gibi bugün yönetimin köşebaşlarını tutan Neo-Con'ların da imzaları vardı. Clinton çağrıya ilgisiz kalmadı ama gereğini yapmaktan çekindi. Wolfowitz'in çeyrek yüzyıllık Irak birikimi oğul Bush'u çok etkiledi. Gerçi 11 Eylül'e misillemede önceliği Afganistan'a vermekten vazgeçmedi ama Savunma Bakanlığı'na "ilerde" Irak'a "olası" operasyonun planlarını hazırlaması talimatını da verdi.
GERÇEK BİR FİLOZOF
Sonrasını anlatmaya gerek var mı? 2003 Mart'ında düğmesine basılan savaş, şunun şurasında iki yıllık öykü. Ayrıca bu iki yılda medyada Irak haberlerinin yer almadığı tek gün bile geçmediğine göre, Saddam'ın Bağdat'taki heykelinin yıkılıp üstünde özgürlük türkülerinin söylendiği günlerin öyküsünü anlatmaya kalkmak, yer kaybından başka bir şey olmaz. Ancak Wolfowitz'in sıkı sıkıya sarıldığı "Aydın ahlakı"nın (O aynı zamanda gerçek bir filozof) gereği olarak, Irak savaşının gerçek nedenlerini savaşın daha ilk haftalarından itibaren hiç "kıvırtmadan", dürüstçe, mertçe dünya kamuoyuna açıkladığını kaydetmemiz gerekiyor. Buyurun 2003 Mayıs'ında, yani savaşın sadece ikinci ayında "Vanity Fair" dergisinde yayınlanan röportajından bir bölüm: "Irak'a saldırmamız için üç neden sıralayabilirdik: İlki kitle imha silahlarına sahip olması. İkincisi Usame Bin Ladin ve diğer terör örgütleriyle bağları. Sonuncusu da halkını katletmesi. Washington bürokrasisini bilirsiniz. Onların en az mırın- kırın edecekleri tek gerekçe kitle imha silahları olabilirdi." Sonra şakaklarına yakın ayırdığı kolejli modeli kesilmiş saçlarını kaşıyarak utangaç bir gülümsemeyle ekledi: "Ancak savaşın asıl nedeni Suudi Arabistan'daki 50 bin kişilik askeri varlığımızdı. Ladin terör eylemlerine oradaki birliklerimizi gerekçe gösteriyordu. Saddam da biz orada olmasak Suudi Arabistan'ı vuracağını söylüyordu. Terörün yayılmasını önlemek için Saddam faktörünü ortadan kaldırmamız gerekiyordu." O kadar basit, o kadar içten, o kadar da soğukkanlı bir analiz. Ama bu açıksözlülüğü ya da pervasızlığı onu Türkiye başta olmak üzere yığınla ülkenin internet gruplarının elbirliğiyle senaryosunu yazdıkları komplo teorilerinin "Esas oğlan"ı yaptı. Bu teorilerin milyonlarca kişiyi etkilediğini, Wolfowitz'in tüm kötülüklerin babası gösterildiğini söylemeye gerek var mı? İşte böyle bir ortamda Başkan Bush geçen hafta telefonun başına geçti. Sırayla "meslektaşları"nı aradı. Paris'ten Pekin'e, Moskova'dan Berlin'e, Riyad'dan Roma'ya kadar. Muhataplarının görüşme bittikten sonra tepkilerini kestirebiliyoruz. Kimi yüzünü buruşturdu, kimi kafasını salladı, kimi ne olur ne olmaz diye çevresine duyurmamaya özen göstererek mırın-kırın etti, kimi isyanını bastırmakta epey güçlük çekti. Çünkü Bush onlara, Dünya Bankası'nın yönetiminde söz sahibi olan ülkelerin o liderlerine, haftalar önce kulaklarına gelmiş ama inanmak istemedikleri "müjde" yi vermişti: "Biliyorsunuz, Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn'un görev süresi haziran başında doluyor. Düşündüm, taşındım, yerine en uygun adayın Wolfie, şey Paul Wolfowitz olduğuna karar verdim. Umarım sizce de sakıncası yoktur..." Hepsi içinden söylendi belki ama, kamuoyu önünde hiçbiri gıkını bile çıkaramadı tabii. Hele Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın neler düşündüğünü çok iyi tahmin ediyoruz. Zira, Türkiye'nin yanı sıra bir de Fransa'ya ceza kesmişti Irak savaşını kösteklemeye kalktığı için: "Fransa bu engellemesinin bedelini ödemek zorunda. Ödeyecek de..." Ödetmişti. Savaş sonrası açılan ihalelerden Fransa'ya zırnık koklatmamıştı. Size bir şey söyleyeyim mi, Türkiye'deki komplo teorilerinin ve de parçalanması atomdan bile güç olan önyargıların aksine, Wolfowitz gerçekten o makam iyi bir aday. Ama gel de dünyaya anlat. Bush'un sevgi ve saygı karışımı bir sevecenlikle ona "Wolfie" demesi bile nerelere çekildi bir bilseniz... Son iki harfi atılarak, "Wolf", yani "Kurt" sözcüğünden ne benzetmeler türetildi bir duysanız... Yok efendim, kurda koyun sürüsü teslim ediliyormuş. Yok, tavuk kümesinin kapısı sonuna kadar açılıyormuş. Biliyorum, içinizde kızacaklarınız olacak ama anlatılanın tam tersi biri Wolfowitz. (Hayatının pek söz etmemeye çalıştığı -ciltlere sığmayan- trajik dönemini birkaç cümleyle geçiştirelim: Polonya doğumlu. Hitler'in Avrupa'da işgal ettiği her yerde Yahudiler'i gaz odalarına gönderdiği yıllarda, matematik öğretmeni babası Jacob'la birlikte, bir yolunu bulup ABD'ye kaçtılar. Ancak annesi, kardeşleri ve ailesinin tüm üyeleri, o kamplarda yok olup gittiler. Paul önce babasının yolunu izleyip matematik öğrenimi gördü. Ardından uluslararası ilişkilere yöneldi. O müthiş analitik analiz yeteneğini bu çifte kariyerine borçlu. Ailesinin trajedisi hayat felsefesinin temelini oluşturdu: İster Nazi olsun, ister komünist, isterse dinci, totalitarizm insanlık için mutlak kötülüktür. Onun panzehiri de Anglo-Sakson modeli demokrasidir." Bu görüşü 1990'ların başında, komünizmin yeryüzünden silindiği yıllarda vizyona dönüştü: "ABD'nin bundan böyle siyasal ve askeri misyonu, Batı Avrupa'da, Asya'da ya da eski Sovyetler Birliği coğrafyasında rakip bir süper gücün doğmasını önlemek olmalıdır.") Bush onu Dünya Bankası başkanlığına düşündüğünde, başta tereddüt etti. Ancak Endonezya'da büyükelçilik yaptığı dönemde tanıdığı Güneydoğu Asya'daki tsunami felaketinin hemen ardından bölgeyi dolaştıktan sonra fikir değiştirdi. Göreceksiniz; çok iyi bir Dünya Bankası Başkanı olacak o. Tıpkı, Vietnam Savaşı döneminde ABD Savunma Bakanı olan, sonra Dünya Bankası'nı 10 yıl boyunca yöneten Robert McNamara gibi. McNamara bugün Dünya Bankası'nın gelmiş geçmiş en başarılı başkanı gösteriliyor. Kızmakta serbestsiniz ama Paul Wolfowitz'i yakından bilenlerin izlenimiyle noktalayalım: "O aslında kurt postuna bürünmüş bir kuzudur."