Bu hafta konumuz biraz farklı. Bir insandan yola koyulup, bir ülkenin, bir derebeyi ailesinin ve dışa kapalı bir inanç topluluğunun içine sızacağız. Anadolu'nun da dahil olduğu mitolojik coğrafyada binlerce yıldan beri kanat çırpan -soyu iyice azalmış- bir kartal topluluğunu anlatacağız. Beyrut'un güney kapısından çıkın. Şuf yazılı oku izleyin. Hafifçe güneydoğuya yönelmiş oluyorsunuz. İlerde bir rampa çıkacak karşınıza sonra bir tepe. Daha sonra o tepenin ardında başka tepeler göreceksiniz önünüzde ve arkanızda. Lübnan Dağları'ndasınız. Rivayete göre, Olympe'deki tanrıların yazlık mekanıydı burası. Zeus'tan Afrodit'e, Apollon'dan Uranos'a kadar cümle büyük-küçük tanrı, Akdeniz ikliminin (Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağmurlu) o boğucu günleri başlayınca, bavullarını toplayıp Lübnan Dağları'na göç ederlerdi. Hatta Sisyphe bile, çilesini biraz olsun katlanılır hale getirmek için, o aylarda ebedi cezası kayasını sırtlayıp soluğu buralarda alırdı. Zeus'un hoşgörüsü ve izniyle. Tepeye varınca manzara soluğunuzu kesecek. Karşıda, paralel uzanan bir sıradağlar daha (Onun da adı Anti-Lübnan Dağları), iki dağ zinciri ortasında ünlü Bekaa Vadisi ve tepeler arasından el sallayan masmavi Akdeniz. Ve bir de binlerce yıldan beri varlığını sürdüren, daha doğrusu hayatta kalmaya çalışan, dünyanın en güzel ağacı olan sedir ormanları. (Not: Lübnan Dağları dışında sedir ormanları bir de Toroslar'da var. Ancak tükenmek üzere. Aranızdaki çevrecilere ve vicdan sahiplerine sesleniyorum; bir şeyler yapmazsanız, yapmazsak, 5 bin yıllık ormanları bundan böyle sadece ansiklopedilerde görebileceğiz.) Küreselleşmenin öncüsü Finikeliler-Atlantik'e bile yelken açmışlardı-ticaret gemilerini her türlü doğal koşula dayanıklı o sedir ağaçlarından yaptılar. Hazreti Süleyman'ın mabeti de Lübnan'dan kesilen sedir ağaçlarıyla inşa edildi. Derler ki Kudüs'te Hazreti Süleyman'ın mabedine sedir kerestesi taşıyan Saydalı işçiler, bugün Lübnan Dağları'nda yaşayanların büyük büyük büyük (Zincirin ilk halkalarına ulaşmak için "büyük" sıfatını en az 50 kez tekrarlamamız gerekiyor) dedeleriydi. Onlara "Dürzi" deniyor. İnançlarıyla ilgili rivayet çok ama "ifşa edilmiş" sır yok denecek kadar az. Hem de bu bilgi çağında bile! Kimilerine göre, Müslüman ama İslam'ın beş şartını iptal etmiş bir kol. Kimilerine göre, Müslüman sayılsalar da ilkeleri İslam'ın çok uzağında olan bir inanç sistemi. Kimilerine göre, zahiri olarak (görünüşte) Müslüman ama Batıni olarak (iç dünyalarında) farklı bir inancın sahibi. Kimilerine göre, Müslüman hem de Sünni, ama yorumları değişik. Kimilerine göre, Müslümanlığın Şii kolundan ve İsmaililiğe yakın, hatta "Dağın Şeyhi", yani Alamut Kalesi'nin efendisi Hasan Sabbah'ın müritleri. Kimilerine göre, Budizm'le akraba, reenkarnasyona inanan bir topluluk.
HERKES DÜRZİ OLAMIYOR
Kimilerine göre, Museviliğin su katılmamış yorumundan etkilenmiş inanç sistemi. (Kanıt olarak, ancak Dürzi doğanların Dürzi olabilmesi yasası gösteriliyor. Topluluk dışı evlilik zaten binlerce yıl önce yasaklandığı için bir Dürzi ile hayatınızı birleştiremiyor, yani eş durumuyla Dürzi olamıyorsunuz. Aynı şekilde, "İnancınızı paylaşıyorum, Dürzi olmak istiyorum" diyene de hemen kapıyı gösteriyorlar.) Kimilerine göre, Tapınak Şövalyeleri'ne (Sadettin Tantan'ın kulakları çınlasın), oradan da Masonluğa esin kaynağı olmuş ama onlardan da "ritüeller" almış sır küpü bir cemaat. (Bu karşılıklı etkileşimin Haçlı Seferleri sırasında, 1099'da Kudüs'ün Hıristiyanlar'ın eline geçmesinden sonra gerçekleştiği öne sürülüyor. Dürziler'in Tapınak Şövalyeleri'nden alıntılarına örnek olarak "Darasin" gösteriliyor. İddiaya göre, gerçek kimliğin gizlenmesine ve çevreye Müslüman olarak görünülmesine dayanan bir emir bu. Yani bir tür takiyye.) İnançlarının "ifşa" edilen bir ilkesini ekleyelim, Müslüman sayılıp sayılmayacaklarına siz karar verin: Dürziler'e göre, ahiret, cennet, cehennem, arş, kürsi, hesap, ceza, ödül ve de peygamberlerin vaat ettikleri ya da uyardıkları başka ne varsa, hepsi bu dünyada; gerisi boş veya adını koyarsak, hiçlik. (Tüm bu sayılanların insanın içinde olduğunu söyleyen Budizm'e bizce de hayli yakın...) Gezegenimizde topu topu 350 bin kadar insanın paylaştığı bir inancın böylesine dışa kapalı olması, ser verip sır vermemesi gerçekten büyüleyici. Ya da ürpertici. Kökenleriyle ilgili gerçeklere gelince, bilgi kırıntıları her türlü yoruma açık. Özetleyelim: Fenikeliler'den, Hazreti Süleyman'dan gelen etkilerini bir yana bırakırsak (İşi Hititler'e, Galatlar'a kadar götürenler var. Persler ve Medler'in inançları olan Mazdeizm'le ilişkilendirenler de az değil), Dürzilik, 11'inci yüzyılda Suriye'de ortaya çıktı. Ancak Mısır'daki Fatimi devletine (Haçlı Orduları 1099'da Kudüs'ü onlardan aldılar) bağlı olarak. O tarihte Fatimi Halifesi olan Hakim Biemrillah kendisini tanrı ilan ettiği batıni bir akım geliştirdi. Bu yeni inancı yayma görevini de veziri Hamza bin Ali'ye verdi. O da kendisini peygamber ilan etmesin mi... Uzatmayalım; Hamza bin Ali'nin irşatla görevlendirdikleri arasında Orta Asya steplerinden çıkıp gelmiş bir Türk de vardı: Anuştegin ed-Derezi. İşte onun Ortadoğu topraklarındaki, özellikle Lübnan Dağları ve çevresindeki çalışmaları yeni inanca epey taraftar kazandırdı. Dürzi sözcüğünün de Derezi'den geldiği varsayımı hayli yaygın. Böylece Dürziler ile Türkler arasında ilk köprüyü kurmuş olduk. Devamı var Lübnan'ın birkaç bin yıllık tarihini anlatırken, menzile vardığımızı fark etmedik. Şuf'a gelmişiz bile. Zaten Beyrut'un topu topu 43 kilometre ötesinde. Kasabanın adı Arapça'da "Bak" anlamına geliyor. Daha geniş yorumuyla da "Manzara..." Akdeniz'den kopup gelen rüzgarların cirit attığı sokaklarını geçip kasabanın dışına ilerliyoruz. İşte ulaşmak istediğimiz yer: Beitteddin Sarayı. 1620'de inşa edilmiş, iki kez yanmış, 19'uncu yüzyılın sonlarında, Osmanlı egemenliğinin mumunun sönmekte olduğu yıllarda, Emir Beşir'in bir İtalyan mimara restore ettirdiği, İtalyan ve Arap stillerinin olağanüstü uyumlu uygulaması olan gotik kemer teknikleriyle zamana meydan okuyacak güce kavuşturulmuş bir mekan. Emir Beşir'in Hıristiyanlığa yakınlığının kanıtlarının bu sarayın hamamlarında gizli olduğu söyleniyor. Beitteddin Sarayı'nın bir başka ve asıl yaygın adı Muhtara. Ve bu haftaki portre konuğumuz orada yaşıyor: Velid Canbolat. (Buyurun, Anadolu ile ikinci köprü: Canbolat, Türkiye'de de çok yaygın bir soyadı. Gaziantep kökenli oldukları, Osmanlı döneminde bir uçlarının İstanbul'a, diğerinin Lübnan, Suriye, Ürdün, İsrail'e uzandığına ilişkin belgeler var. Hatta ünlü öykücü ve romancı Orhan Kemal'in bile anne tarafından Canbolat'lardan olduğu söylenir. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal'in, Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Kastamonu'yu temsil eden, Atatürk'ün Ankara dışında bulunduğu bir sırada Adalet Bakanlığı'na getirilen, bu koltukta sadece üç gün oturabilen, daha sonra muhalefet saflarına katılıp Ahrar Fıkrası'nı kuran, bir İstiklal Mahkemesi'nden diğerine sürüklenen babası avukat Abdülkadir Kemali Bey'in bunaltıcı baskıların bir soluklanma dönemini fırsat bilip çoluk-çocuğuyla Beyrut'a kaçması rastlantı olmasa gerek...) Kendini anadilinden tek sözcük bile bilmeyen bir Kürt olarak tanıtan 7 Ağustos 1949 doğumlu Velid Canbolat, Lübnan'ın epeydir sayım yapılmadığı için ancak tahmini söylenebilen 3.3 milyonluk nüfusunun yüzde 8'ini oluşturan Dürziler'in her şeyi. Lübnan dışındakilerin de. Hem dini lider, hem siyasal önder, hem tüm dertlerine koşan muhtar, hem ağa, hem derebeyi hem hem hem... Başında bulunduğu, Sosyalist Enternasyonal'in asli üyelerinden olan, Lübnan İlerici Sosyalist Parti, ona babası Kemal Canbolat'ın mirası. Kemal Canbolat, Lübnan iç savaşının bir gözün diğerini düşman gördüğü, yani tanrıların çıldırdığı yıllarında, 16 Mart 1977'de, Beyrut'tan Şuf'a dönerken, bir Suriye kontrol noktasında öldürüldü. Kurşunun hangi adresten gönderildiği daha ilk günden biliniyordu ama Velid Canbolat, bu sır olmayan sırrı 25 yıl sonra açıklayabildi: "Babamı Suriye öldürdü, Hafız Esat'ın adamları..." Çünkü Kemal Canbolat iç savaşta Müslümanlar safında yer almakla birlikte, bu kanlı (dile kolay 300 bin kişi hayatından oldu) oyunu bitirmek için, sağcı, yani Falanjist Hıristiyanlar'la el altından temasa geçmişti. Hafız Esat hiç hoşlanmadı onun gizli kapaklı girişimlerinden. Çünkü o kim sendeleyecek gibi olursa elinden tutarak çatışmaların sürmesini, böylece Lübnan'ın tüm damarlarındaki kanın boşalmasını bekliyordu. Sedir ülkesini kölesi yapmak için. Zira Saddam Hüseyin için Kuveyt neyse, Suriye için de Lübnan oydu: Sömürgeci güçlerin anavatandan kopardıkları parça. (Canbolat'ın Kürtçe kökenli bir sözcük olduğuna pek itiraz eden yok. Kürtçe'de Can, malum, ruh demek. Bolat ya da Polat ise çelik.
SOYLARI ABBASİLERE UZANIYOR
Aşiretin yaptırdığı araştırmalara göre, Canbolat'ların soyu Selahattin Eyyubi'ye kadar dayanıyor. Ancak bazı tarihçilerin buna itirazı var. Birkaç yıl önce Musul'da bulunan 1300 yıllık bir belgede, Canbolat'ların Abbasiler'den geldiği yazılı. Abbasiler'den ama Emeviler'e yakın bir aşiret. Canbolat'lar 1607-1608'de Ali Canbolat'ın Osmanlılar'la yaptığı savaşı yitirmesinden sonra Lübnan'a göç ettiler. Lübnan Dağları'nda ve Şuf'ta o dönemde hüküm sürmekte olan emirlerin himayesine girdiler. Bir süre sonra da bölgenin etkin eşrafı arasına katıldılar. Ancak ailenin dolabında bazı cesetler, yani sırlar da var. Örneğin tarihçi Hasan Hişi'ye inanmak gerekirse, Canbolat'ların bir dalı da Kremlin'in dehlizlerinde kayboluyor. Korkunç İvan, Temruk Canbolat'ın kızıyla evlenince, sülalenin bir bölümü Hıristiyan oldu. Hıristiyanlığı reddedenler ise Lübnan'a göç edip günümüzdeki Canbolat aşiretini oluşturdular. Canbolat'ların üç efsane lideri var: 1700'lerin ikinci yarısında Lübnan Dağları'nın efendisi olan Şeyh Ali Canbolat, onun ardından gelen Şeyh Beşir Canbolat ve 1900'lerin ikinci yarısında hüküm süren Kemal Canbolat. Kemal Bey -halkı ya da tebaası ondan öyle söz ederdi- sadece bir ağa, bir derebeyi, bir dini otorite ya da Ortadoğu'nun feodal düzeninin en önemli isimlerinden biri değildi; ayrıca çok yönlü ve de ruh zenginliğine sahip biriydi o. Üçüncü dünyanın sorunlarına duyarlı bir ilericiydi. 1943'te kurduğu İlerici Sosyalist Parti sadece Lübnan'ın değil, Arap aleminin ilk sol siyasal örgütlerinden biriydi. Siyasette ele avuca gelmeyen bir satranç ustasıydı. Bir kültür adamıydı o. Yazdığı "Lübnan İçin" kitabı bugün bile güncelliğini koruyor. Mistik yönü ağır basan, o alandaki bilgilerini derinleştirmek, ruhunu besleyecek kaynağı aramak için Hindistan'a kadar giden biriydi.) Babası öldürüldüğünde Velid Canbolat henüz 28 yaşındaydı. Gece hayatı gündüzlerinden çok daha hareketli ve uzundu ve de siyasetle zerrece ilgisi yoktu. Yoga ve meditasyon yapan, ermiş hayatı süren babası, gecekuşu Velid'e sık sık "Aklını başına topla, kendini hazırla" uyarılarında bulunuyordu. Seziyordu ya da biliyordu Suriye'nin onun hesabını görmeye hazırlandığını. Fransız kolejlerinde el bebek gül bebek eğitim görmüş Velid Canbolat, birdenbire kendini Lübnan'da 200 bin kişilik (Lübnan dışındakilerle 350 bin kişi) topluluğun maddi ve manevi lideri buluverdi. Cenaze töreninde, babasının kabrine son toprakların da atılmasının hemen ardından bir siyah "abaya" giydirildi. 18'inci yüzyıldan beri Canbolat sülalesinde nöbet böyle devrediliyordu. Harley-Davidson'lu çılgın gençliği o an noktalandı. Gece alemleri de. Canbolat'ların kanında, geninde vardı siyaset; o sayede 1 Aralık 1982'de Beyrut'ta kendisini hedef alan bombalı arabayla suikast girişimine rağmen yüreğine taş basarak, Suriye'ye yanaştı. Bugün yüzünü buruşturarak, "Hafız Esad'ın işbirlikçisiydim" diyor ve ekliyor: "Suriye ve Sovyetler Birliği, İsrail'e karşı Araplar'ı destekliyorlardı. Benim de Dürziler'i korumak için o tarafta yer almak dışında seçeneğim yoktu." Ona siyasetin inceliklerini öğreten Sovyetler Birliği'nin Beyrut Büyükelçisi Aleksandr Soldatov oldu. Yaptığı iyilik o kadarla kalmadı; birkaç yıl sonra kalesi Şuf'un Falanjist milislerce kuşatıldığı dönemde Kremlin'in silah göndermesini sağladı. Yine o dönemde KGB'nin şeflerinden, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra başbakanlığa kadar yükselecek Evgeni Primakov'la tanıştırdı. İyi dost oldular. Velid Canbolat, o yılların anılarına gözü gibi bakıyor: Masasında orak-çekiçli bayrak, babasına 1970'de verilmiş Lenin Barış Ödülü başta olmak üzere bir yığın Sovyet madalyası Falanjistler'in saldırısına Lübnan Dağları'ndaki - atalarının kollayıp kiliseler inşa ettiği- Hıristiyan köylerinde katliam yaparak cevap verdi. Böylece Dürziler'in gözünde iktidarı sonsuza kadar pekişti. Lübnan basınındaki yargıya göre, "Velid Canbolat, Hıristiyan köylerini yakıp yıkmasaydı, Dürziler etnik temizliğin kurbanı olacaklardı ve belki de tarihten silineceklerdi. Onları zafere götüren ve yeniden dağların hakimi yapan Velid Canbolat oldu. Bunu hiçbir zaman unutmayacaklar." Kendisi de ilerde o kıyımı anlatırken, "Evet, kan döktüm ama başka çarem yoktu. Dürziler'i faşist Hıristiyanlar'a karşı korumak zorundaydım" diyecekti. Aynı Velid Canbolat daha sonra Falanjistler'in lideri Emin Cemayel'i Muhtara'da ağırlayacak, parlamentoda onunla işbirliği yapmayı kabul edecek kadar pragmatik, oportünist ya da gerçekçiydi. 1989'daki Taif Antlaşması'yla iç savaş bitince Velid Canbolat yeni bir müttefik buldu: Suudi Arabistan'daki işlerini yöneticilerine emanet edip Lübnan'da siyaset yapmaya karar veren 4 milyar dolarlık servetin sahibi Kemal Hariri. İyi günleri oldu, kötü günleri de; ama 15 yıl omuz omuza verdiler. Hariri, Lübnan'ı Suriye'nin pençesinden kurtarmaya ant içmişti. Canbolat da öyle. Ama Hariri'den daha ihtiyatlıydı, daha kurnaz, daha siyasi... Gerisi malum. Artık Hariri yok. Canbolat akıntılı sularda tek başına boğuşmak zorunda. Biz bu yazıyı hazırlarken, Lübnan muhalefetinin diğer liderleriyle Avrupa turuna çıkmıştı. Hem de merhum Hariri'nin özel uçağıyla. Ve AB başkentlerinde bıkmadan usanmadan aynı uyarıyı yapıyordu: "Suriye'nin çekilmesine evet. Ancak Amerikalılar'ın istediği gibi Hizbullah'ın da silahtan arındırılması için diretirsek, bu kez Şiiler ile Lübnan'ın diğer kesimleri arasında yeni bir iç savaş çıkar. Siz Avrupalılar ne yapıp edin, Başkan Bush'a bunu anlatın." İran yanlısı, Tahran destekli Hizbullah'ın niyetlerinden duyulan kuşkuları seslendirenlere de kendinden son derece emin şu yanıtı veriyordu: "Korkmayın. Her şeyden vazgeçerim, laiklikten asla. Lübnan'da din devleti kurmak isteyenlerin önce benim cesedimi çiğnemeleri gerekir. Yetmez; Lübnan Dağları'nda tarih boyunca kimsenin zaptedemediği kalelerimize de saldırmaları gerekir. O zaman ne yapacağımızı bir kez daha tekrarlamama izin verin: Her zaman, her yerde, kanımızın son damlasına kadar savaş..." Özetle bir zamanların aklı bir karış havada ve atalarından kalan, tükenmesi imkansız servetiyle jet sosyeteye girmeye çalışan dağlı genç, şimdi sadece Lübnan'da değil, tüm Ortadoğu'daki demokratik değişim umutlarının simgesi...