Bu haftanın bir bölümünü Londra'da geçirdim. Bir ay kadar önce gene oradaydım. Fakat o çok tatsız bir geziydi. Hem işim çoktu hem de son gün yediğim bir şeyden zehirlendim. Üstelik hava alabildiğine soğuktu. Biteviye yağmur yağıyordu. Bu defa da havadan yana şanssızdım. Bıraktığımda pek parlak değil dediğim İstanbul'da hiç değilse 15 derece civarında bir ısı vardı. Londra 4-5 dereceydi. Gene yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Neyse sonra dindi ama soğuk ve poyraz sürdü. Ben seçimleri izlemek, görüşmeler yapmak için siyasal partilerin basın bürolarında, genel merkezlerinde kapanıp kaldığım, oralarda olmadığım sürelerde de gazetecilerle görüştüğümden soğuğu pek yemedim. Kent deyince bütün kuşları uçan, bulduğu her zaman aralığında durmaksızın yürüyen birisi olarak bu şartlardan etkilendim. Hele gece yürüyüşleri oldukça zorluydu.
YÜRÜMEK, GİDEBİLDİĞİN YERE KADAR...
Buna rağmen şikâyetçi değildim. Bir defa Londra ve benzeri şehirler bizim İstanbul'dan farklı olarak eski bir dostumun tabiriyle insana 'kaldırım hürriyeti' veriyor. Eğer kentte turistlerin basmadığı, kendinizle ve sokaklarla, yapılarla baş başa kalacağınız bir yerdeyseniz temponuzu ayarlayıp yürüyebildiğiniz kadar yürüyebiliyorsunuz. Bunun nasıl bir nimet olduğunu anlamak ancak İstanbul gibi 'kaldırım özürlü' bir kente gelince mümkün oluyor. Bizdeki iniş çıkışlı, deve sırtı gibi eğri büğrü kaldırım/sızlık kültürü buralarda yok. Yürümeden bir kenti anlamak olanaksızdır. Bir yerden bir yere taksiyle gitmenin kolaylığı inkâr edilmez. Hele benim gibi işini tam bir 'kent uzmanı olarak yapan Londra taksicilerine ve kullandıkları o yayla gibi taksilere vurgunsanız, taksiye binmemek için kendinizi eni konu zorlamanız gerekir. Taksi kenti öldürür. Kent metroların, otobüslerin ve yayalarındır. Kaldı ki, Paris, Londra, Roma gibi Ortaçağ'la iç içe olmuş kentler, sırlarını ancak yürüdüğünüzde önünüze açar. Yürümek o kentlerin arkeolojisini yapmak, onun zaman tabakalarını kazmaktır. Yürümek başlı başına bir imkândır. Serazat bir baştan bir başa dolaşır, kenti bir boydan bir boya yararsınız. Yorulduğunuzda, gündüzse kahveler, pastaneler, vakit geceyse barlar, publar sizi bekler. Müthiş bir zenginliktir bu. Ama bir de daha bilinçli yürüyüşler, dolaşmalar vardır. O zaman kent kılavuzları imdadınıza yetişir. Benim bu konuda üç kriterim vardır. Bir kenti üç ilgi alanım içinde tanımak isterim. Birincisi edebi kenttir. Orada yaşayan edebiyatçılar hayatlarını nerede geçirdiler sorusu her zaman ilgimi çeker. Her büyük kentin böyle bir kılavuzu vardır. Onu edinirim. Bir maksatla kentin bir bölgesine gittiğimde oralarda yaşamış edebiyatçıların izini sürmek bir lezzettir. O yazarla ilgili birçok sorun zihninizde çözülür.
BİR KENTİN İÇ YÜZÜ
İkincisi, edebiyatçıların ötesinde bir kentte yaşamış önemli şahsiyetlerin mekânlarını tanımak isterim. Freud kadar önemsediğim birisiyse o kişi özellikle gider kaldığı yeri bulurum. Değilse, mesela Londra'daysam bu tür yapıların katalogu olan 'Mavi Levhalar Londra'sı' kitabını yanımdan ayırmam. Londra'da binaların üstüne orayı kullanmış şahsiyetlerin kim olduğunu gösteren mavi levhalar konur. Bunların bir rehberi vardır. Onu yanımdan ayırmam. Bir mahalleye gideceksem önceden bakar ilgimi çeken birisi varsa onun ardına düşerim.
Üçüncüsü daha geniş bir konu. Daha zor gerçekleştirilir ama kenti iki koldan kuşatmayı severim. Bunlar eski kent ve çağdaş kenttir. Avrupa'da neredeyse her kentin bir orta çağı vardır. Genellikle turistik merkez odur. Onu insan istemese de görüyor. Fakat bir de zamanın oluşturduğu kentler vardır. Örnek Londra'ysa mesela 19. yüzyılın şehri nerelerdi, gidip oraları bulurum. Bunu ulu orta yapacak zamanım olmadığından ilgimi çeken konuların geçmişteki bölgesel yansımalarını ararım. Ne bileyim, gazete idarehanelerinin, terzilerin, kasapların mahallesi gibi. (Hemen belirteyim bu sonuncusu ayrıca önemlidir. Büyük şehirlerde eski mezbahaların civarındaki eski lokantalara gidin. Asla yanılmaz, geçmişten gelen bir birikimle pişirilmiş, hiç bulamayacağınız yemekleri yersiniz.) Ya da erken modernizmin binalarına bakarsınız teker teker. Bu oyunu şehirdeki en eski mağazaları falan bularak da sürdürebilirsiniz. Ben onu da çok yaptım ama pek o kadar sevmem. İlgimi daima çeken mahallelerdir.
Bir de tabii çağdaş kent var. En yeni mimarlık yapıları belirler onu. Belli bir zamandan beri bu merakınızı biliyorsanız kentin içinde kendi tarihinizi de oluşturabilirsiniz. Londra'da 1980'lerde eski dokları yeni zenginler aldılar, en namlı mimarlara verip binalar yaptırdılar. Şimdi orası kentin nispeten eski bir bölgesi kabul ediliyor ve Londra'nın mimarlık birikimi içinde yerini almış bulunuyor. Bir de yakında yapılanlar var. Henüz bitmiş olanlar var. Onlarla oyalanıp içinde yaşadığınız dönemin görsel zihniyetini kurcalarsınız. Kent böyle bir şeydir. Geçmiştir ama aynı zamanda gelecektir. Kendinizi o uzun çizgide istediğiniz yere yerleştirirsiniz. Londra gibi gelenekle halli hamur olanlarında başka şeyler de bulabilirsiniz. Bir akşamüstü bir ıssız sokakta bir köşe dönersiniz önünüze Dickens'ın, Hardy'nin, Thackery'nin, Austen'ın romanlarından insanlar fırlar. Gece iner. Birisi gelir, uzanır, hâlâ elindeki ateşle hâlâ direğin ucunda sallanan feneri yakar, yağmur o turuncu ışığa bürünüp üstünüze iner. Siz, kapısında sirk oyuncuları gibi giyinmiş insanların el çabukluğuyla hileler yaptığı bir pubdan içeri girmekte kendinize İstanbul bir kent midir diye sormaktasınızdır.