Değeri anlaşılamayan yazarlarımızdan Osman Cemal Kaygılı, 1931'de Yeni Gün gazetesinde yer alan İstanbul üzerine yazılarında Sulukule'yi anlatırken şu saptamada bulunur: "İçlerinde bir tek dilenci bulunmayan, kimseden durup dururken şunu bunu istemeyen ve hep kendi işleriyle geçinen bu insanlara doğrusu hâlâ Çingene demeye bir türlü benim dilim varmıyor, fakat maatteessüf bazıları hâlâ aynı kelimeyi yerinde olmayarak kullanmakta devam ediyorlar. Eğer Sulukule'de oturanlara mutlaka ayrı bir isim vermek lazımsa onlara Çigan diyelim, Bohem diyelim; fakat bizde manası fena olan Çingene demeyelim! Ve içlerinde birçok sanat sahipleri, okur yazarları, efendileri, hanımları olan Sulukulelilerle Loncalıları kırlarda göçebe halinde dolaşan sabık ayıcılarla falcılarla birbirlerine karıştırmayalım!" Kaygılı'ya göre Çingeneler göçebelerdir, bugün Roman dediklerimiz ise yerleşiktirler. Bir yeri mekân tutmuşlardır. Bu nedenle giyimleri de konuşmaları da faklıdır. Kaygılı, ayrıca 1925'te 'Anber' lakabıyla Çingene Kavgası adında bir öykü kitabı, 1939'da da Çingeneler romanını yazmıştır. Çingeneler'de Çingene kızına âşık olan genç bir adamın başından geçenleri, Çingenelerin gelenek ve görenekleri açısından anlatan Kaygılı, Çingene Kavgası öyküsünde de Balat'ta yaşanan bir Çingene kavgasından uzun uzun söz eder. Bu, "Öyle ara sıra Sulukule'de filan para için tertip edilen yapmacık ve ufak tefek kavgalardan olmayıp gerçek, candan, yürekten, daha doğrusu sinirden gelme samimi, lirik ve baştan başa heyecan dolu bir kavga,"dır. Bir gün, Kâğıthane'ye gezmeye, eğlenmeye giden birtakım, akşam üstü geç vakit arabalarla oradan dönerken, karşılarında oturan bir evin kız çocukları, bu Kâğıthane'den dönenlerin çocuklarına takılmıştır. Bunun üzerine, akşam karanlığında bir ağız dalaşı başlar. Fakat Kâğıthane'den dönenler yorgun oldukları için işi o gece pek uzatmazlar, ufak tefek bir iki atışmadan sonra meseleyi ertesi sabaha bırakırlar. Sabahleyin Hançerli Bostan'ın yüksek duvarının dibindeki tozlu meydanda bir kaynaşma olur. Önce çoluk çocuk, sağa sola koşuşur. Arkasından kadınlar, kızlar kapıların önlerine dizilirler. Erkeklerin hemen hepsi işlerine ve işi olmayanlar da mahalle kahvelerine gitmişlerdir. Kaygılı anlatıyor: "O gün sabahleyin erkenden başlayan o pek şatafatlı ve dört başı mamur kavga, öyle vakti biraz yemek paydosu verilip öğleden sonra aynı tertiple tekrar başlayarak akşam erkekler evlerine dönünceye kadar sürdü ve akşam geç vakit gerek kendi erkeklerinin, gerek mahalle imam, muhtar, bekçisi ile polisinin müdahalesi üzerine güç yatıştırıldığı halde, her iki taraftan da hiçbir kimse, değil bir hafif tokat, bir minicik fiske bile yemedi." İşte, kavganın güzelliği... Bir güzel olay da şair Can Yücel'in başından geçmiştir. Can Yücel de 6-7 Eylül olaylarının olduğu gün, Çiçek Pasajı'nda demlenmektedir. Beyoğlu'nda kürkler falan altüst olmuş; mağazalar darmadağınıktır. Sonrasını şöyle anlatmıştı Can Yücel: "Karaköy'e geldim; Karaköy Bonmarşesi'ni talan etmişler. Pabuçları giymiş giymiş gitmişler; kimse yakalayamamış. Polisler, Galata Köprüsü'nün üzerine posta koymuşlar, herkesi araştırıyorlar. Kimsede bir şey bulamıyorlar. Ayakkabın yeni diye kimseyi yakalayamıyorlar! Fakat, hep gözümün önünde olan bir güzel Çingene var. Bir sabahlığı çok sevmiş, allı dallı bir sabahlık... Giymiş, filamingo gibi bir şey. Onu yakaladılar. 'Parasını vereyim, bırakın,' dedim. Yok! Bırakmadılar..." Bir halkı anlamanın bir yolu inceleme-araştırma yazıları ise, bir diğeri de 'edebiyat', yani romanlar, öyküler, şiirler, anılar değil midir?
İNADINA ŞİİR
Rüzgârdan dahi
kıskanır oldum
teninin kokusunu
REFİK DURBAŞ