1960'lı yılların başında edebiyata başladığımızda, gençliğimizin gözde yazarlarından biri Jean Paul Sartre, öteki ise Albert Camus'ydü. Sartre'ın daha çok felsefi yanı ilgilendiriyordu bizi, çünkü sonuçta 'filozof' yanı ağır basıyordu: Camus ise daha bir avareydi, daha 'bağımsız' bir duruş sergiliyordu. Ona göre dünya saçma, boş ve anlamsızdı. Çevremizde evrensel bir saçmalık vardı. Her şey saçmaydı, insan da hayat da toplum da... Genç denilebilecek yaşta, bir trafik kazasında ömrünü tamamlamasının da bunda bir etkisi olabilirdi. Yabancı, o yıllarda elimizden düşürmediğimiz bir romanıydı Camus'nün. Romanın kahramanı, yani 'yabancı' küçük bir memurdur ve bir gün bir telgraf alır: Annesi ölmüştür, belki de dün, ama o bilmiyordur. Sonra da kendisince 'saçma' bulduğu olayların içine sürüklenir. Farkında olmadan bir adam öldürür. Sonuçta da idama mahkum olur. Yabancı'yı geçen günlerde bir daha okudum, Samih Tiryakioğlu'nun nefis Türkçesiyle... Kahramanın 'idam'ını beklerken hissettikleri, günümüzde yaşadıklarımızın bir aynasıydı sanki. Ve daha önce de yaşadıklarımızın... Şimdi sözü Camus'ye bırakıyorum. "Onlar, şafak vakti geliyorlardı, bunu biliyordum. Sözün kısası, gecelerimi hep bu şafak vaktini beklemekle geçirdim. Baskına uğramayı hiçbir zaman sevmemişimdir. Başıma bir şey gelecekse gözümün önünde gelmesini tercih ederim. İşte bunun içindir ki gündüzleri pek az uyumaya başladım ve geceleri de gökyüzüne bakan pencerede ışığın beklemesini sabırla beklemeye başladım. İşin en güç tarafı, onların harekete geçmeyi adet ettiklerini bildiğim o şüpheli saatti. Gece yarısından sonra bekliyor, gözlüyorum. Kulağım hiçbir zaman bu kadar çok ses almamış, seslerin bu kadar incesini ayırt etmemişti. Zaten bu müddet içinde bir bakıma talihimin bana yardım ettiğini de söyleyebilirim, çünkü hiç ayak sesi işitmedim. Annem hep insanın tam manasıyla bedbaht olamayacağını söyler. Gökyüzü renklenip de yeni bir gün hücreme doğru kaydığı zaman, ona hak veriyordum. Çünkü pekala da ayak sesleri işitebilir ve kalbim durabilirdi. En küçük bir patırtıyla dahi kapıya doğru atılsam da kulağımı tahtaya yapıştırıp kendi soluğumu işitinceye kadar –bu soluğun ne kadar da hırıltılı ve bir köpeğin hırlamasına ne çok benzemekte olduğunu görüp korkarak-delice beklesem, sonunda kalbim yine durmuyor ve ben 24 saat kazanmış oluyordum." Deniz Gezmiş ve arkadaşları da herhalde 'şafak vakti'ni böyle düşünmüşlerdi. Daha sonra Sivas'ta Madımak Oteli'nde yakılan, ülkenin yüz akı aydınlar, şairler, sanatçılar da... Bugün de Camus'nün dediği gibi, her şeyi yeniden yaşamaya hazır hissetmemize, yıldızlarla dolu bir gece içinde içimizi dünyanın tatlı kayıtsızlığına açmaya ihtiyacımız yok mu?