Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, kimi zaman biz mimar-yazarların ve genelde İstanbul ve doğa âşıklarının içini ferahlatacak öyle sözler ediyor ki... Birden içine gömüldüğümüz karanlık bulutlar dağılıyor ve kendimizi adadığımız konularda umut ışığı doğar gibi oluyor. Kabul etmek gerekir ki Başbakan'ın sözleri, bizlerin yazılarından çok daha etkili oluyor. Örneğin güzelim Karadeniz'in yine o güzelim mimarisinin yok olup gittiği, dağın-taşın betona teslim olduğu kim bilir ne çok yazıldı. Ama ne zaman ki Başbakan bir Rize gezisinde hemşerilerine dönüp "Bu hayin evleri niye yapaysunuz?" tarzı sözler etti ve kendi evini eski Karadeniz tarzı yaptırdı... Birden Rize'de o korkunç apartmanların yerini, eski mimarinin yenilenmiş örnekleri almaya başladı. En son Sayın Erdoğan, kentlerde yeşil alanların önemine değindi ve şöyle dedi: "Çocuklarımızı beton yığınlarına değil, parkları olan şehirlere emanet edeceğiz." (SABAH, 4 Nisan). Bu vesileyle de, aslında tüm belediyelerin yeşil alan yapmak zorunda oldukları, ama yapmadıkları anlaşılmış. Ve de 'tüm şehirlerde kent, ilçe ve mahalle parkları yapılacak, park alanını göstermeyen belediyelerin planları Çevre ve Şehircilik bakanlığınca onaylanmayacak'imiş. İşte söyleye yaza dilimizde tüy bitmiş bir konu. Sonunda Başbakan'ın ilgi alanına girdi ve birden durum değişti. Erdoğan'a içtenlikle teşekkür edelim.
YEŞİL ALANLARI ELDEN ÇIKARMA YALIM
Ama Sayın Başbakan, o zaman sormak hakkımız değil mi: Madem yeşilin insan için, çocuklar için önemini takdir buyurdunuz... O zaman var olanı korumak da gerekmez mi? Örneğin Taksim Parkı öncelikle korunması gereken, o bölge için yaşamsal bir alan değil mi? İstanbul'a gelince, güzel bir havada lütfen şoförünüze sizi Mete Caddesi boyunca parkın yanından geçirmesini emir buyurun. Bakın o park nasıl kalabalık. Bunu niye elden çıkaralım? Benzer biçimde, Mecidiyeköy gibi betona boğulmuş bir semtin tek yeşil alanı olabilecek Ali Sami Yen'i veya yanındaki eski Likör Fabrikası alanını koruyamaz mıyız? O tarihi sanayi yapısı ve dev ağaçlarla mükemmel bir gezi-müze alanı yaratamaz mıyız? Ayrıca, Türkiye'nin geçen yıl yüzde 8.5 büyüme hızıyla dünyada Çin'den sonraki en büyük gelişmeyi yakaladığını açıkladınız. Hepimiz mutlu olduk. Ama eğer ülkemiz böylesine bir ekonomik mucize yaşıyorsa, o zaman kamuya ait her yeri ranta adamak zorunda mı? Sözü elbette Emek Sineması'na getireceğim. Bakınız, siz Güney Kore'deyken gazetelerde bir resminizi gördüm. Resmi bir toplantı için bir binaya girmiş, yürüyen merdivenden çıkıyordunuz. Tuhaf bir görüntüydü bu... Sizler Türkiye'de Millet Meclisi'ne, parti binasına, bir büyük müzeye gittiğinizde yürüyen merdivenden mi çıkıyorsunuz? Bir AVM'nin içinden mi geçiyorsunuz? Kore bunu yapabilir, ama bizim kültürümüze uygun mu? O projenin tarihi Cercle d'Orient'ı özel sektöre restore ettirmek için son çare olduğu söyleniyor. Ama yüzde 8.5 büyüme hızıyla, bu şart mı? İstanbul'un ve ülkenin son 90 yılıyla özdeş bir yapıyı korumak mümkün değil mi? Velhasıl, son sözlerinizin ışığında, tüm bu sorular kafama üşüştü. Ve sizinle paylaşmak istedim. Umarım bir göz atacak vaktiniz olur.