"Bir daha sordum; sevmediğini, istemediğini söyledi, bıçakladım." Böyle söylemiş üniversite öğrencisi genç kızı bıçaklayarak öldüren adam. Acaba o can almış biri olarak kendini seviyor ve istiyor mu?
Gazetelerin hepsi, bıçağın iki lira olduğunu yazmış. Habere bakıp düşündüm. Daha pahalı bir bıçak olsa, fark eder miydi basın için? Yoksa bu iki lira, ölümün ne kadar ucuzladığının bir göstergesi miydi? Genç bir kızın yaşamının bedeli neydi? Hepsinden önemlisi "Beni sevmeyen ölsün," duygusundan nasıl kurtulacağız? Bizim istediklerimizin yapılması gerektiği, bizim gibi düşünülmesi, bizim seçtiğimiz gibi yaşanması, bizim doğrumuzun tek doğru olması, her alanda tüm toplumu kaplayan bir hezeyan gibi üstümüze sinmiş. Nasıl silkinip "Başkaları da var; başkalarının hakları, düşünceleri, istekleri, duyguları var ve onları kabul etmesek de saygı duymalıyız," sürecine gelip bu hezeyandan çıkacağız?
Gazete haberlerine bir bakın: Maçlarda kendi takımımız kazanmalı, kazanmazsa dünyanın sonu gelecekmiş gibi davranıyoruz. Kazanamazsa bizim takımı sevmeyenlere saldırıyoruz. Bizim takımımızı sevmeyen ölsün! Her birimizin siyasi düşüncelerimiz var. İnandıklarımız, düşündüklerimiz, kabul ettiklerimiz.... Ama başkalarının da başka düşünceleri, inançları, kabulleri var. Bırakın onları dinlemeyi veya anlamayı, düşünmelerine bile tahammül edemiyoruz. Seçimler nedeniyle siyasi konuşmalar arttı. Yine haberden okuyorum, "Kendi tutmadığı partinin adayını konuşturmadı," diye.
Oysa siyaset, bir anlamda konuşma sanatı. Ama dinlemeden konuşabilmek mümkün değil. Doğru iletişimin yolu konuşmaktan değil, dinlemekten geçiyor. "Benim istemediklerimi söylemeyen konuşmasın,"la başlayıp, "Benim gibi düşünmeyen ölsün,"e giden yola siyaset demek, mümkün değil.
BÜYÜĞÜ KÜÇÜĞÜ, AYNI SİSTEMDE
Günlük yaşantımızın her alanında gözlediğimiz bir sistem haline gelmiş. Üstelik eğitim düzeyi, kültür düzeyi hiç fark etmiyor. Bizim gibi giyinmeyen bu mahallede oturmasın. Bizim gibi yaşamayan hiç yaşamasın. Bunları yaparken her zaman iki liralık bıçak alıp saplamıyoruz. Ama dedikodu yapıyoruz, dışlıyoruz, aşağılıyoruz, dalga geçiyoruz, en azından konuşmuyoruz. Bedenini öldürmesek de sosyal ölüme terk ediyoruz.
Çocuk ve gençler her zaman olduğu gibi büyükleri taklit ediyor. Daha küçük yaştan öğreniyorlar kendilerine benzemeyeni yaşatmamayı. Hasta, şişman, özürlü, gözlüklü arkadaşlarına zorbalık yapıyorlar. Onların oynadıkları oyunu oynayamıyorsa aşağılıyor, dışlıyor, hırpalıyor. Biraz büyüdüklerinde kendilerine benzemeyenleri, katılmayanları başka başka isimlerle damgalıyor, dövüyor, hatta öldürüyorlar. Onları bu şekilde yetiştiren ailelerini farklı bulduklarında, istediklerini yapmadığını düşündüklerinde "Beni sevmiyorsunuz," diyerek onlara saldırıyor ve öldürebiliyorlar.
Bazen kendilerini de sevmediklerini fark edip kendilerini bile yok etmekten çekinmiyorlar.
Çocuklara öğretirken, örnek olmalıyız: Dünya senin etrafında dönmüyor. Tek doğru senin doğrun olamaz. Herkes seni sevmek, senin gibi düşünmek ve yaşamak zorunda değil. Aslında var olmanın anlamı, senden farklı olanların da olmasıdır. Seni sevmeyenler olacak ki, sevenlerin farkı olabilsin. Seni sevmeyen olacak ki, niçin sevilmediğini düşünüp kendini geliştirebilesin. Senin gibi yaşamayan olacak ki anlamayı, uyuşmayı öğrenebilesin. Bunları biz yapamaz ve gelecek nesillere öğretemezsek, en başta kendi ile barışık olmayan bir toplum olmaya devam ederiz. Bir toplumda "Beni sevmeyen ölsün," diyenler azalıp "Beni sevmeyenin canından, güvenliğinden insan olarak sorumluyum," diyenler çoğalmadıkça o toplum, kendini sevmeyen ergen misali, kendini yok etmeye mahkumdur.