Özcan Alper, ilk filmi
Sonbahar'la çok kişiyi büyüledi. Onların arasında ben de vardım: Politik bir hikayeyle müthiş bir anlatım estetiğini, radikal bir tavırla sınırsız bir melankoliyi, karakter tahliliyle Karadeniz doğasını böylesine kaynaştırmak nasıl bir iş oluyordu? Bu başarının gizi neydi? Böylesine tepeden başlamanın sakıncaları da var. Orson Welles'in
Yurttaş Kane için dediği gibi: "Tepeden başlamıştım. Ondan sonra ancak inebilirdim!" Elbette Alper'e hep zirvede kalma dileklerimizi sunabiliriz. Ama bu ikinci film gösteriyor ki, o kadar da kolay değil... Alper'in tavrı temelde çok değişmiyor. Yine sağlam bir siyasal temele oturan bir gönül hikayesi. Bu kez yaşanan değil, yaşanamayan bir gönül hikayesi. Ama ilk filmde de zaten öyle değil miydi? Ancak asıl farklılıklar çok başka yerlerde. Sumru, biraz Kürtçe, biraz da Hemşince (Ermenicenin bir diyalekti) konuşabilen, azınlık sorunlarına ilgi duyan, Yaşar Kemal'ın bir kitabında "Keşke Anadolu'nun tüm ağıtlarını kendi sesleriyle kaydedebilseydik," deyişinden etkilenerek Güneydoğu'ya, halkların sesini ve sözünü kaydetmek için gelen bir genç kızdır. Sevgilisi Harun'la yolları ayrılır ve o araştırması için Diyarbakır'a gelir. Orada, sokakta tezgah kurup çakma DVD'ler (ama sanat filmleri!) satan Cin Ahmet ve özel sinemateki ile tanışır. Sonra da daha ötelere, Hakkari'ye doğru yola çıkarlar.
Sonbahar her şeye karşın belli bir öykü anlatıyordu. Bu filmse belli temalara özgür biçimde yaklaşyor. Elbette Kürt sorunu: Bir ölüm duvarı gibi uzanan 'kayıp' resimleri, kameranın önüne getirilen tanıklıklar, kasetlere sığınan ağıtlar... Ama, aynı zamanda Ermeni vatandaşlarımızın yok olan cemaatleri ve kapalı duran kıliseleriyle, neredeyse 100 yıldır yaşadıkları.
BELGESEL LEZZETİNDE
Tüm bunlar, biraz 60-70'lerin o bağımsız Amerikan (Vietnam karşıtı filmler), Fransız veya Latin Amerikan kökenli siyasal sinemasal denemeleri tadında, yine o yılların deneysel sineması kıvamında, az buçuk da bir Diyarbakır belgeseli lezzeti içinde anlatılıyor. Arada Musa Anter Hafıza Müzesi aracılığıyla yine kayıp hayatlar ve gömülen suçlar teması işleniyor. Yer yer de Cin Ahmet'in tutkunu olduğu Tarkovsky veya Angelopoulos anılıyor, anılmasa da kadın-erkek ilişkilerinde bir Antonioni havası seziliyor. Ancak tüm bunlar tam bir bütünlüğe ulaşmadan kalıyor. Ortada ne yaşayan karakterler, ne enine boyuna işlenmiş bir politik sav var. Allah'tan Alper'in sineması yer yer imdada yetişiyor: O açılıştaki vurulan atı, o Ermeni kilisesinde yankılanan Hampo'ya ağıdı, o sahildeki tek ağacı, o doğuda bir sınırdaki kayıp mezarı artık hiç unutmayacağız. Genç oyuncuları ve Mustafa Biber'in harika müziğini de kutlamak isterim. Sonuç olarak, sırf bu saydıklarım için bile görülmeye değer...
GELECEK UZUN SÜRER ***
Yönetim ve senaryo: Özcan Alper
Görüntü: Feza Çaldıran
Müzik: Mustafa Biber
Oyuncular: Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Serkopyan, Osman Karakoç, Erdal Kırık, Güllü Özalp Ulusoy, Asiye Dinçsoy Nar Film