Aydın Didim Tekağaç Burnu güneybatısında 12 Kasım 2015 tarihinde Yunanistan Sahil Güvenlik ekipleri tarafından mültecilerin bulunduğu lastik botu batırıldı. Lastik botu patlatan Yunan Sahil Güvenlik ekipleri bölgeden hızla uzaklaşırken yaklaşık 58 mülteci Türk Sahil Güvenlik ekipleri tarafından son anda kurtarıldı. Son açıklanan verilere göre 1 Ocak-19 Kasım 2015 tarihleri arasında 79 bin 489 mülteci denizden sağ olarak kurtarıldı. Bu sayılar günümüze kadar sürekli arttı elbette.
Bu sadece münferit bir olay değildi. Neredeyse her hafta haber bültenlerine düşen mülteci botlarının batması facialarında birçoğunda aslında benzer durumlar yaşanıyordu. Bir kısmı botların fazla yüklenmiş olması sonucu ama bir kısmı da Avrupalıların mülteci botlarını açavela gönderi (ucunda delici metal ve kanca olan uzun sopa) ile batırmaları sonucu binlerce insan boğulmaktan son anda kurtuldu, bazıları hayatını kaybetti. Alan Kurdi hepimizin acı hafızasında hala sıcak. Binlerce Alan Kurdi olduğunu böylece katledildi denizlerde.
Uluslararası Göç Örgütü, 7,189 göçmen ve mültecinin göç yolları üzerinde öldüğünü açıkladı. Bu sayı, şimdiye kadar kaydedilmiş en yüksek yıllık kayıp. Bu rapor Ocak-Kasım 2016 arasını kapsıyordu sadece.
Türkiye, Avrupalıların batırdıkları botlardan denizde yaşam mücadelesi veren mültecileri kurtarmanın yanı sıra, elbette ki dünyanın en fazla mültecisini/sığınmacısını barındıran ülke konumunda. Bunun önemini değerini gayet iyi biliyoruz. Gurur duyduğumuz bir rekor bu. Avrupa tarafından batırılan botların karşısında, mültecilere kucak açan bir ülkeye sahip olmanın gururu. Bakmayın son günlerde gündem olmaya çalışan nokta kadar bilinirliği değeri kalmayan sanatçı yada siyasetçilerin Suriyeli düşmanlıklarını. Kimsenin böyle bir gündemi yada sorunu yok. Suriyeli mülteci karşıtlığı Türkiye'nin gündeminde yok. Varsa ancak Avrupa'nın gündeminde olabilir. Her açıdan Avrupa ezikliği içerisinde olan kesimler de bu konuda onları taklit etmek istiyorlarsa karar kendilerinindir.
Avrupa'nın mülteci düşmanlığını hem halk hem de devletin bizatihi kendisi bağlamında okumak yanlış olmaz. Gün aşırı Avrupa'nın bir şehrinde yaşanan saldırılar ve botların batırılması hususu Avrupa için utanç olarak hatırlanacak olaylardır kuşkusuz. Elbette bizler onların adına da utanacak değiliz. Kendi bilecekleri iş. Türkiye birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Avrupa'nın çok daha ötesinde olumlu bir siyasi ve toplumsal vicdana sahip.
Tüm bunları Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye hakkında aldığı kararı okurken düşündüm. AP, Türkiye ile devam eden AB üyelik müzakerelerinin koşullu olarak askıya alınmasını öneren raporu kabul etmişti. Raporda birçok detay var. Çoğunluğu mesnetsiz iddialar, ispatı olmayan suçlamalar ve tamamında üstenci bir bakışla hazırlanmış uyarılar. Raporu önemsemek yada önemsememek değil mevzu. Maddeler ile ilgili gerekli cevaplar verilir yada verilmez. Burada tamamen vahşi diplomatik kurallar geçerli. Yani gücü yeten yetene. Türkiye elbette herkesle her zaman diyalog kurma taraftarı bir dış politika izliyor. Doğru olan da budur kuşkusuz. Ancak daha önceki dönemlerden farklı olarak Türkiye haklı olarak eşit bir ilişki istiyor. Bu ilişki eşit olmasa ilişkinin sağlıklı olmayacağını söylüyor.
Raporda benim için en önemli konu, 16 Nisan referandumuna karşı takındıkları saygısız ve üstenci tutum oldu.
Raporda, "16 Nisan anayasa değişikliği paketinin mevcut haliyle yürürlüğe girmesi halinde" Türkiye ile üyelik müzakerelerinin "derhal ve resmen askıya alınması" için AB devletleri ve Avrupa Komisyonu'na çağrıda bulunuluyor. Ayrıca anayasa değişikliğinin Kopenhag kriterlerine uygun olmadığı, bu yüzden de uygulamaya konulmaması gerektiği söyleniyor. Referandumun olağanüstü hal altında yapıldığını söylemelerine hiç girmeyeceğim. Zira olağanüstü hal altında seçime giren AB üyesi ülkeler olduğunu hatırlatmak yeterli kanımca.
16 Nisan referandumu sonucu AB için yada küresel vesayet odakları için büyük tehdit ve yıkım içeriyor. Çünkü 15 Temmuz'da halkın direnişi ile kazanılan bağımsızlık, 16 Nisan'daki referandum ile birlikte gerçek anlamda perçinlenmiş ve kurumsallaşmış oldu. Halkın kendi kendini yönetebilmesini, vesayet odaklarının yönetime etki edememesini, uluslararası yapıların istedikleri şekilde Türkiye'de top koşturamamasını sağlayan bir sonucu oldu referandumun. İşte tam da bu yüzden hala halkın çoğunluğu tarafından onaylanmış olmasına rağmen referandumun uygulanmasını istemiyorlar. Tıpkı konuyu AİHM'e taşıyan Kemal Kılıçdaroğlu gibi.
16 Nisan referandumundaki anayasa değişikliğinin Kopenhag kriterlerine uygun olup olmadığını bize Avrupalılar söyleyemez. Açıkçası Kopenhag kriterlerinin en ufak bir anlamı dahi yok. Mültecilerin botlarını batıran, çoluk çocuk ölüme terk eden, Alan Kurdi'lerin katili Avrupa'dan demokrasi yada insan hakları dersi alacak değiliz. Onların botlarını batırdıkları insanları kurtaran bir Türkiye var karşılarında. Binlerce insana karşı sınırlarına duvar ören Avrupa'ya karşı milyonlarca insanı bağrına basan bir Türkiye var karşılarında. Kopenhag kriterlerini işleteceklerse önce kendileri için işletsinler. Referandumda aldığımız karara, tıpkı İngilizlere Brexit'te gösterdikleri saygı göstermeyi öğrensinler. Eşit ilişki kurmayı denesinler ve kendilerinin artık merkez olmadıklarını anlasınlar. On yıllardır birkaç kuşak mülteciyi hala entegre etmeyi beceremeyen, kimlik sorunu, varoluş sorunu yaşayan Avrupa Türkiye'nin bağımsızlığı konusuna odaklanacağına kendi sorunlarıyla ilgilensin.