Onlar öğretmenlik mesleğini kutsal bildi, dağ taş bayır demeden nereye tayinleri çıktıysa gitti. Zorlukları bir bir yendi, öğretmenliğin sorumluluk bilincini sonuna kadar yüreklerinde yaşadı. Türkiye'nin dört bir köşesinde öğretmenlik yapmış emekli öğretmenler şimdi İstanbul'un Üsküdar ilçesinde bulunan Validebağ Mustafa Necati Bey Öğretmenler Huzurevi'nde son demlerini yaşıyor. Her öğretmenler gününde gözleri hep öğrencilerini arıyor. Biz de SABAH Gazetesi olarak öğretmen huzurevini ziyaret ettik, 24 Kasım Öğretmenler Günü'nü bir pasta ile kutladık, anılarını yad ettik. Huzurevinde yaşayan emekli öğretmenler bir de mesaj yolladı: "Öğrencilerimiz ziyaretimize geldiğinde dünyalar bizim oluyor! Öğretmenlerinizi unutmayın, onları arayın, sorun!"
90'lı yaşlarındaki emekli öğretmenlerle koyu sohbetin neticesinde derin hatıralar da aktı her birinden... İşte öğretmen huzurevi sakinlerinin hayat hikâyeleri...
O SADECE ÖĞRETMEN DEĞİLDİ KÖYÜN HER ŞEYİYDİ!
Emekli öğretmen Sinoplu Cemal Kaya'nın (93) çocukluk hayaliydi öğretmenlik. Bu hayalini gerçekleştirmek için ise Türkiye'de ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere kurulan Köy Enstitüsü'ne başladı. 1949 yılında mezun olduğunda 20'li yaşlarında genç bir öğretmendi. İlk tayini Sinop'un Taypaklı köyüne yapıldı. Yokluk o kadar fazlaydı ki, okulun hiçbir malzemesi yoktu. O günleri şöyle anlatıyor Kaya, "Köyde öğretmen olmak zordu. Köyden kasabaya inmek için ne yol vardı ne araba. Okul yeni yapılmıştı ama eksik bırakılmıştı. Köy enstitüsü mezunu olduğum için köyle ilgili bilgiler verirlerdi. Duvarcılık, demircilik, tarla, bağ bahçe, hayvan bakımı, sağlık bilgisi öğrendim. Bu bilgilerimin hepsini köyde kullandım. Okul duvarının açık kısmını öğrencilerle beraber taş toplayıp çamurdan harç yaprak kapattım. Köyün sadece öğretmeni değildim, köyün icabında sağlık memuruydum da. Okuluma gittiğimde kendi paramla ilk yardım ecza dolabını da kurdum."
EĞİTİM MALZEMELERİNİ KENDİ HAZIRLADI, TİTİZLİKLE YETİŞTİRDİ
Eğitim vermenin zorluğu da yakasını bırakmadı, o yıllarda genç öğretmen Cemal, okulda hiçbir eğitim malzemesi olmayınca kolları sıvadı, araçlarını kendi başına yaptı; bir kartona kulak, birine göz, diğerine iskelet, başka bir tanesine ise koskoca insan vücudunu çizdi, bir tanesine ise Türkiye haritası çizdi. Eğitim malzemeleri hazırlayıp öğrencilerini titizlikle yetiştirdi. Havalar soğuduğunda ise muhtarla birlikte soba kurdu çocuklar ısındın diye... Ardından Sinop'un başka bir köyünde beş yıl geçirdi ve İstanbul'a tayini çıktı. İstanbul Bağcılarda Birinci İlkokulu'nda onu zorluklar bekliyordu. Kaya, 1960'lı yılların İstanbul'unu anlatmaya başlıyor: "Şimdiki gibi gelişmiş değildi İstanbul, arada çok fark var. Para yok, yollar yine berbattı... Okul ise tamamlanamadığı için barakalar vardı, müdürümüz boyacı bulamıyordu boyamaya. Tüm kapıları ben boyadım! Eski öğretmenlikle şimdiki arsında çok fark var."
Kaya, 46 yıl önce ise emekli oldu. Bu sefer para kazanmak için farklı alanlarda çalışmaya başladı. Kaya'nın eşi ölünce yalnızlığı sonuna kadar yüreğinde hissetti ve bir karar verdi. Kaya, "Eşim ölünce çocuklarıma yük olmamak için huzurevine yerleştim. Beş yıldır huzurevindeyim. Öğrencilerimden ziyaretime gelen oluyor. Bugün yarın bir öğrencim daha gelecek. Öğrenci diyorum ama onların da yaşları 70-75. Çok mutlu oluyorum. Öğrencilerim aradılar 'Gelirken ne getirelim?' dediler" deyip gözleri doluyor.
,
ÖĞRETMENLİK YOLCULUĞU BİR AŞK HİKÂYESİNİ DOĞURDU
Eskişehirli, 93 yaşındaki bir başka öğretmen, huzurevi sakini Orhan Şide, resim-iş öğretmeniydi. Hayatının dönüm noktası ise Teknik Sanat Okulu'na gitmesiyle başladı. Milli Eğitim Bakanlığı'na gönderilen resimleri büyük beğeni toplayınca 1947 yılında İstanbul'da yatılı Resim Müzik Semineri'ne davet aldı, bu daveti hemen kabul etti ve hayatı değişti. İstanbul'un yolunu tutan genç Orhan, bir yıl sonra akademi binası yandığı için okudukları okulun binası akademiye verilince Bolu'daki öğretmen okuluna yazıldı, sonra resim bölümünde okuduktan sonra ise tayini Doğu'nun bir ucuna, Ağrı'ya çıktı.
Ağrı'ya giden tren yolculuğu ise öğretmenlik aşkına hayat aşkının katmasına neden oldu. İstanbul'dan Ağrı'ya giden trende yine tayini Ağrı Naci Gökçe Lisesi'ne çıkan İstanbullu Melahat Hanım ile tanıştı. Biri resim-iş öğretmeni diğeri Matematik ve Fen dersleri öğretmeni olarak doğunun zorlu şartlarında kolları sıvadılar. Okuldaki zorlukları birlikte aşarken Ağrı'da birlikte çalıştıktan kısa bir süre sonra hayatlarını da birleştiler, trende başlayan bir sevda 1954 yılında evlilikle sonuçlandı. Orhan Şide o anı aynı heyecanla anlatmaya başlıyor: "Onun ailesi ilk olarak Doğu'ya genç mezun bir öğretmeni göndermek istememiş. Eşim ise 'Öğretmenliğimi yapacağım!' diye diretince yola çıkabilmiş. Bizim trende tanışmamız tamamen kader. Ağrı'da ise o dönem Milli Eğitim Bakanı Ağrılıydı. 'Yaşa bakılmaksızın müracaat edenleri kayıt yapacaksınız' denildi. Kocaman kocaman adamlar liseye geldi. Öğretmen kadar yaşları vardı. 23-24 yaşında öğrencileri sıraya alıştırmak çok zor oldu, baya sıkılardık onları. Yıllar sonra üniversite kazandıklarını öğrendiğimizde çok mutlu olduk."
Sonra tayinleri Eskişehir ve Kütahya'nın ilçelerine, başka başka illere çıktı, son durak İstanbul oldu. Orhan Bey ve Melahat Hanım 45 yıl önce emekli oldu, çiftin yolları yedi yıl önce huzureviyle kesişti. Orhan Bey öğrencilerinin ziyaretlerine gelmesini mutlulukla bahsedip uyarıda bulunuyor: "Kütahya ve Eskişehir'den öğrencilerimiz ziyaretimize geliyor. Eskişehir Üniversitesi Rektörü Davut Aydın da öğrencimizdi. Bizi üniversiteye davet edip misafir etti. Öğrencilerimizin bizi arayıp sorması çok güzel bir vefa. Vefaya muhatap olmak ise daha güzel, dünyalar bizim oluyor! Öğretmenlerinize vefasızlık yapmayın!"
Orhan Bey huzurevinde doğa resimleri çiziyor, sergiler yapıyor. Melahat Şide (93) ise bin adet şiirini üç tane kitapta bir araya getirdiğini söylüyor ve huzurevinden öğrencilerine sesleniyor: " Matematiğe tutkuluydum ve öğrencilerimi de öyle yetiştirdim, sevdirdim. Benim çocuklarım (öğrenciler) matematiğe sıcak bakarlar. Öğretmenler günü benim için çok önemli. Şiirler okurum öğretmenler gününde. Öğrencilerimin ziyaretini gözlüyorum burada. Ziyaretime geldiklerinde, aradıklarında mutlu oluyorum."
"ÖĞRETMENLİK KUTSAL MESLEK, BİR ANNE NEYSE ÖĞRETMEN DE O"
İstanbullu Zerrin Köksal'ın (94) babası Haydarpaşa Garı'nda istasyon şefiydi. Dokuz kardeşin en büyüğüydü küçük Zerrin. Babasının tayini Sivas Garı'na çıktığında 10 yaşındaydı. Garda oyun oynarken bir telaş dikkatini çekti; halılar seriliyor, hazırlıklar yapılıyordu. İlk önce etrafa bakındı sonra babasına sordu 'Neler oluyor?' diye... Babası "Atatürk geliyor trenle!" dedi ona. Birden bir heyecan kapladı içini ve Atatürk ile karşılaştığında gözlerinin içine bakılmadığını çocuk yaşlarında duyan küçük Zerrin, Atatürk ile göz göze gelmek için çabaladı ama başaramadı. Zerrin o an için, "Atatürk ile karşı karşıya geldik ama göz göze gelemedik, mavi gözler sağa sola kayıyordu. Atatürk'ü görmek beni çok mutlu etti. Babam da İstiklal Savaşı'nda Atatürk ile beraber yan yana savaşmışlar. İstiklal madalyası var! Babam çok kültürlü bir insandı, bizim okumamızı istedi."
Zerrin gençlik yıllarına geldiğinde ise doktor olmak istediği ilk ama babası ona "Seni doktor olarak okutursam dokuz çocuğu nasıl okutacağım! Sen öğretmen ol" dedi. Böylece başladı öğretmenlik yolculuğu... Ankara'da Kız Teknik Lisesi'ni kazanınca doğru Ankara'ya gitti. Eğitimden sonra tayini İstanbul Beşiktaş Maçka'da bir ortaokula çıktı. Hep aynı okulda öğretmenlik yaptı Zerrin öğretmen. Ev-işi öğretmeni olarak yeri geldi öğrencilerin malzeme alamadığında cebinden harcama yaparak malzemelerini aldı yeri geldi öğrencilerine anne şefkatiyle yaklaştı. Zerrin öğretmen anlatıyor: "Öğretmenlik yaptığım dönem çok zor bir dönemdi. Ders için malzeme istiyorsun, parası yok, alamıyor, onlara maddi yardımda bulunurdum. Ben öğrencilerime sadece nakış-dikişi düğme dikmeyi öğretmedim. Hayatı öğrettim. Evliliğin kutsallığını, karı kocanın birbirine sadık olmasını, dürüst olmayı, erkeklerle mesafelerini korumalarını, erkek arkadaşının evine gitmemeyi ve ahlakı öğrettim. Hayat dersi verdim. Öğrencinin her şeyiyle ilgilenirdim. Öğretmenlik annelik kadar kutsal bir meslek. Bizim zamanımızda bir anne ne kadar fedakârsa öğretmen de o kadar fedakârdı. Çocuklar için yapamayacağı şey yoktu. Öğrencilerim evlatlarım gibiydi, bir farkı yoktu. Öğrencilerimi çok iyi eğittiğime inanıyorum, hayata dair her şeyi öğrettim, çok huzurluyum, çok mutluyum. Zorluklar da vardı. Biz her şeyiyle düşünürdük çocukları, şimdiki öğretmenler biraz daha öğrencilere ilgili olmalılar."
"ÖĞRETMENLERİNİZİ VEFASIZLIK YAPMAYIN, ARAYIN! GİDİN, ZİYARET EDİN!"
İki evlilik yapan Zerrin Hanım, ünlü tiyatro-sinema sanatçısı Talat Gözbak ile uzun yıllar evli kaldı, çocuklarının eğitimine önem verdi ve üniversite okumalarını sağladı ancak eşinden boşandıktan sonra 25 yıl önce ise kimseye yük olmamak için huzurevinin sakinlerinden oldu. Zerrin Hanım, "Öğrencilerime çok fedakârlık yaptım, çok vefalı çıktılar! O beni mutlu ediyor. Ziyaretime geliyorlar, ellerimi öpüyorlar o zaman mutlu oluyor insan. Çocuklarımda ziyaretime gelir. Bir öğrencinin öğretmeni araması, huzurevine gelip de hediyeler getirmesi mutlu ediyor. Öğretmenlik kutsal bir meslek. Bir anne neyse öğretmen de o." diyor.
Huzurevinde birlikte yaşadığı birçok öğretmen dostu gitmiş sonsuz hayata, onları çok özlüyor Zerrin Hanım: "Huzurevindeki arkadaşlarımın çoğu vefat ettiler, çok üzgünüm, çok hüzünleniyorum, hepsinin anıları var" deyip bir mesaj paylaşıyor: "Öğretmenlerinizi vefasızlık yapmayın, arayın! Gidin, ziyaret edin!"