90'ların başı... Meşhur pop patlamasının gümbür gümbür ortalığı yıktığı yıllar. Yani öyle bir enstrümanla çıkıp ünlü olmak, sesini duyurmak falan zor. Kaldı ki bu enstrüman o güne kadar hep küçük görülmüş darbukaysa... İşte Ayhan Küçükboyacı, nam-ı diğer Balık Ayhan o dönemde kurduğu Çingeneler Zamanı grubuyla giriyor hayatımıza. Öncesi var tabii. Çalmadığı solist kalmamış o güne kadar piyasada. Grubun fikir babası da Ağır Roman'ın yazarı, Balık Ayhan'ın Hacıhüsrev Mahallesi'nden çocukluk arkadaşı Metin Kaçan. Grup fikrini veren de o. Meşhur Çingeneler Zamanı filmi vizyona girer girmez uyandırıyor arkadaşını, "Bak film Beyoğlu Sinepop'ta oynuyor, şahane de müzikleri var. Kaçırma" diyor. Balık Ayhan da elinde küçük bir kayıt cihazıyla filmin yolunu tutuyor, filmin şarkılarını kaydediyor. Sonra onları çıkartıp çalıyorlar grubuyla... Sonrasında solo albümleri arka arkaya geliyor Balık Ayhan'ın. Enstrümanıyla ünlü olan ender isimlerden oluyor. Hatta o dönemki grubunda Hüsnü Şenlendirici bile çalıyor. Balık Ayhan bugüne kadar birinde şarkı da söylediği 14 albüm, üç film müziği yaptı. Dile kolay... Ünlü ritim ustası, darbukanın hakkını verdi. Şimdi ise başka bir işe kolları sıvadı. Balık Ayhan bu kez, doğup büyüdüğü, "Orası İstanbul'un beyaz zencilerinin yaşadığı yerdir" dediği Hacıhüsrev Mahallesi'nin romanını yazıyor. İçinde kendi anılarının, hikayelerinin olduğu "Bir garip roman bu" diyor... Balık Ayhan'la, başkan yardımcılığını üstlendiği Kasımpaşa Romanlar ve Müzisyenler Derneği'nde buluşup detayları konuştuk...
-Bir roman yazdığınızı duyduk. Neler oluyor?
- Kaçmıyor sizden bir şey!
- Kaçmaz!
- Vaktiyle Romanların Dünü ve Bugünü diye bir kitap hazırlamıştık yine dernekle. Hatta dönemin başbakanı Sayın Erdoğan'a da hediye etmiştik.
Romanların Avrupa ve Türkiye'deki durumunu anlatan bir çalışmaydı. O zamanlar bir de Türkiye'de Roman açılımı dönemiydi. İşte o kitapta genel bilgiler dışında, çok küçük kendimden hikayeler de vermiştim. Çevremden bunlardan yola çıkıp bir roman yazsana diye ısrar edenler, akıl verenler oldu. Böyle çıktım yola aslında. Selanik'ten göçüyor ilk olarak ninem İzmir'e Gülcemal vapuruyla, sonra İstanbul ve Hacıhüsrev mahallesi. Oralardan başladık yazmaya. Fakirlik var tabii. Tütüncülükle uğraşıyorlar önce.
Babam İzmir'de doğuyor. Ben doğma büyüme Hacıhüsrevliyim.
- Hacıhüsrev Ağır Roman romanına ve filmine konu olmuş bir mahalle. Hatta filmde siz bizzat kendinizi oynadınız. Semtiniz sizin için ne ifade ediyor?
- Ben bu romanın başında şöyle diyorum: "Her şehrin bir vitrini vardır ve her vitrinin bir kuytu çekmecesi." Zaten romanımın adı Kuytu Çekmeceler olacak değişmezse. İşte Hacıhüsrev bu şehrin kuytu çekmecelerinden. Öyle misafirin hemen göreceği bir yer değil.
Burada doğunca zaten hayata beş sıfır yenik başlıyorsunuz. Hayatın da şehrin de kenarındasınız. Kayıp düşmek çok kolay. Hatta sıradan... Böyle bir hayattan çıkıp hayata tutunmak zor. İstanbul'un beyaz zencilerinin yaşadığı semt diyorum ben mahalleme. Hayata yenik başlıyorsunuz. Romansınız, eğitimsizsiniz, fakirsiniz, "çingen"siniz.
- Çocukluğunuzun Hacıhüsrev'i nasıldı?
- Benden de önce, Hacıhüsrev her bahçesinde gül yetiştirilen bir mahalleymiş. Çiçekçilik yaptıkları için.
Komşular birbirleriyle benim gülüm daha güzel kokuyor diye yarışırmış.
Sonra o güller solmuş, hayat da solmuş buna mukabil. Benim çocukluğumda "Sende yoksa bende var" dayanışmasının olduğu, iyi niyetli, kavga etmeyip kavga ayıran, garibin hakkını gözeten İstanbul kabadayılarının olduğu bir mahalleydi.
- Yani Ağır Roman filminde gördüğümüz o kabadayılardan vardı mahallede...
- Tabii ki. Hatta başkahraman Salih gerçekten vardı. Gerçek bir kabadayıydı.
Hatta filmden sonra kendisinden bahsedildi diye ufak tefek sorunlar da yaşadı yönetmenle.
- Yazdığınız roman sadece sizin hikayeniz mi, civardan, semtten başka öyküler de var mı?
- Kendi hayatımla başlıyorum ama hep diyorum bu garip bir roman. Hatta şöyle diyelim: Bir garip roman! Kendi hayatımla mahallenin, diğer hikayelerin kesiştiği noktalar. Mesela ben, Metin Kaçan, Peker Açıkalın, karikatürist Suat Gönülay aynı mahallenin çocuğuyuz.
Nuran Abi'nin marangoz atölyesinde buluşup konuşmalarımız, hayaller kurmalarımız.
Çıkış yolları aramalarımız hep var romanda. Şimdi çoğu arkadaş gitti. Bir tek ben kaldım. Kasımpaşa'da oturuyorum hâlâ. Ruh hâlâ bende yani.
Ben bekçisiyim buraların.
- Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ı yazdığı dönemi hatırlıyor musunuz?
- Tabii canım, hatırlamaz mıyım. O kitap biliyorsunuz bizim oraların dilini, üslubunu edebiyata taşıyan ilk romandır. Benimkisi de ikincisi olacak inşallah. Metin'le romanı yazarken sık sık konuşurduk. Hatta film çekilirken bile yönetmen kullanılan argo konusunda bana danışırdı. Sonuçta romanın ve filmin yaşayan ve filmde kendini oynayan tek kahramanı bendim... Hiç unutmuyorum. Semtimizin bir bahçesi var. Kabadayı Medet Kerpeten abimizin bahçesi. Bir gece müthiş bir kar yağarken, semtteki eski dostlarımı düşündüm o bahçede. "'Ulan hepiniz gittiniz bir ben kaldım semtte'" dedim. Metin Kaçan'ın o gece intihar ettiğini öğrendim.
Ciğerime saplandı bu haber... Doğrusu, yanlışıyla gerçek, harbi yaşayan bir insandı. Romanda Casus Fethi diye bahsettiği benim dayımdı mesela. Yine romanda geçen Çitiki Düğün Salonu vardı. Dolapdere'deki benzincinin üst katıydı. Ablamın düğünü de orada olmuştu.
ANNE ÇİNGENE NE DEMEK?
Yedi-sekiz yaşlarındaydım. Bu arada sekiz çocuklu bir ailenin en küçüğüyüm ben. Ablamın düğünü olacaktı. Beyoğlu'na alışverişe çıktık annemle. Lüks bir pastane gördüm. Vitrininde sarı bir su, içinde makine gibi bir şey dönüyor. Limonata tabii. Ama ilk kez görüyorum. Annemin eteğinden tuttum. Zorla içeri soktum. Bir de mis gibi börek kokusu geliyor. Oturmak istedik limonata içmek için, oturtmadılar. İçeride oturan bir kız çocuğu da "Anne bak Çingeneler gelmiş" dedi. Sonra biraz börek aldık, bizi oturtmadılar bari jest olsun diye iki dilim de pasta koydular torbaya. Biz eve geldik. Gece yer yatağında yatıyorum. Annemle babam da divanda. "Anne Çingene ne demek?" diye sordum. Annem hiç ses çıkarmadı. Öyle uykuya daldım. Ama aklımdan hiç çıkmadı o gün. Bu sahneyi de anlatıyorum kitapta. Bugün gelinen noktada adımız Roman olarak kaldı ama hâlâ Çingene bir hakaret olarak kullanılıyor ne yazık ki. Toplumun büyük bir çoğunluğu kullanıyor bunu. "Çingenelik yapma" diyen de var, "Çingene gibi konuşma" diyen de... Her toplumsal grubun iyisi de var kötüsü de var.
İKİ ADAMIM VAR: METİN KAÇAN VE KONFÜÇYÜS
Okumaya çok meraklıyım. Metin Kaçan zaten hem çocukluk arkadaşım rahmetli hem de sokağın, bizim buraların dilini edebiyata taşıyan kişi. Onu çok severim. Felsefe dünyasından da Konfüçyüs adamımdır. Onu okurum. Zevklerimin ikisini harmanlayın nasıl bir roman çıkacağını ortaya düşünün. (Gülüyor) Bu arada Hindistan'da sekiz ay ritim felsefesi dersleri aldım. Ritim bir felsefedir. Trans halidir. İnsan çalarken kendisini de hayatı da keşfeder, yolculuğa çıkar. Bu hali her çaldığınızda yakalamak zordur tabii. Kiminle çaldığınız, kimlere çaldığınız, o anki ruh haliniz de önemlidir. Hindistan'ın büyük tabla üstadı Zakir Hussain de dostum olur bu arada.
Darbukacı çırağı olarak başladım hayata
Mahallemizde sokak düğünleri olurdu. O düğünlerde Kemancı Kıymet Abla çalardı. İtalyan mafyöz ablalara benzerdi. Siyah etek, beyaz gömlek, siyah ince çorap, saçlar topuz. Eline sardığı kadife kesesi içinde kemanıyla çıkardı sahneye. Bir de onun kuzeni darbukacı Bigalı İbrahim. İşte ben onun elinde görüp aşık oldum darbukaya. Nikelaj kaplı, bakır bir darbukası vardı. Bir gün yine bir mahalle düğününde, müzisyenlere sofra kurmuşlar. Menüsü bile aklımda. Haşlama tavuk, beyin salata, Arnavut ciğeri, tabii ki rakı, bir de turşu... Ben Bigalı'nın yanında dolanıyorum. "Gel bu akşam para topla bizimle düğünde, ama çoranlık yapma" dedi. "Tamam da abi çoran ne?" diye sordum. "Aaa bu abdülmüş" dedi. Çoran Hacıhüsrev argosunda hırsız, abdül de salak demekmiş bu arada. Ben bilmiyorum o zaman. Neyse onun yanında para toplamaya başladım düğünlerde yerden. Ellerim eziliyor tabii. Sonra o ezilen eller darbuka çalmayı öğrendi ve bizi biz yaptı işte."
ROMANDAN...
Her şehrin bir vitrini vardır ve o vitrinin kuytu çekmeceleri... Hiçbir insan dünyada nerede doğacağını, hangi dinden, hangi ırktan olacağını, hangi dili konuşacağını seçme şansına sahip değil. Eee, böyle bir şeye sahip olmayınca dünyaya geldiğinizde annenizden, babanızdan utanabilir misiniz? Büyük bir kesim hayır der, fakat bizde, Roman toplumunun büyük bir bölümünde, kimliğimizi gizleme duygusu vardır. Ayrıca Roman kimliğimizi açıklamadığımız sürece sanki daha çok kabul görecekmişiz gibi bir intiba yaygındır. Hâlâ da bu yaklaşım devam etmektedir. Kabaca böyle diyelim. Bir sanatçı olarak ayakta alkışlandığım yerler de oldu, fotoğrafımın altına "Çingenelere bakın, adam olmuşlar da konser veriyorlar" diyen ulusal gazeteler ve yazarlar da oldu. Ben de kim bu Romanlar diye merak ettim ve köklerine doğru bir yolculuğa çıktım. İstanbul tüm zamanların en güzel şehri ve en güzel şiirlerin, şarkıların yapıldığı büyük bir düş. Ve bu şehrin vitrini Beyoğlu. Ve o şehrin kuytu çekmecelerinden bazıları. Tophane, Dolapdere, Kasımpaşa, Kasımpaşa'nın gettosu Hacı Hüsrev. Buyurun hikayemize...