Amerika'da Müslüman olmak
Lew Alcindor olarak doğdum. Şimdi ise adım
Kerim Abdül Cabbar.
Lew iken Kerim olmam – Sean Combs'ın ismini Puff Daddy, Diddy ve en son da P. Diddy olarak değiştirmesindeki gibi – artık marka olmuş ünlü bir ismi değiştirmekten ibaret bir şey değildi; kalben, aklen ve ruhen bir dönüşümdü. Eskiden Lew Alcindor'dum. Beyaz Amerika'nın benden beklediği şeyin soluk bir yansımasıydım. Şimdi ise Kerim Abdül Cabbar'ım. Afrikalı geçmişim, kültürüm ve inançlarımın bir dışavurumuyum.
Baştaki bilinçlenme sürecimde en büyük etkiyi yaratan, üniversitenin ilk yılında Malcolm X'in otobiyografisini okumamdı. Malcolm'ın hikayesi; demir parmaklıklar ardına düşmeden çok önce kendisini hapseden kurumsal ırkçılığın bir kurbanı olduğunu fark edişi beni çok etkilemişti.
Çoğu insan için din değiştirmek, esasen yoğun bir vicdan muhasebesi gerektiren, kişisel bir mesele. Fakat ünlü biriyseniz, bu herkesin tartıştığı bir konu haline geliyor. Az bilinen ya da pek haz edilmeyen bir dine geçmişseniz, o vakit zekanız, vatanseverliğiniz ve akıl sağlığınız eleştiri oklarının hedefi oluveriyor. Bunu gayet iyi biliyorum. Müslüman olalı 40 yıldan fazla olduğu halde hâlâ bu tercihimi savunmak durumunda kalıyorum.
Şöhretin verdiği rahatsızlık duygusu
İslamiyet ile California Üniversitesi'ndeki (UCLA) ilk yılımda tanıştım. O dönemde artık basketbol oyuncusu olarak ülke çapında belli bir üne sahip olsam da, özel hayatımı gizli tutmaya son derece dikkat ediyordum. Şöhret beni gergin ve huzursuz biri yapıyordu. Hâlâ gençtim, o yüzden de ilgi odağı olmaktan neden bu kadar bunaldığımı tam olarak söze dökemiyordum. Takip eden birkaç yılda ise bazı şeyleri daha iyi anlamaya başladım.
Beni engelleyen şey, kısmen halkın takdir ettiği kişinin gerçek ben olmadığı hissiydi. Yetişkin bir erkek olma yolundaki bir gencin olağan sıkıntılarını yaşamanın dışında, ülkenin en iyi kolej basketbol takımlarından birinde oynuyor ve okula devam ediyordum. Buna bir de 1966-67'de Amerika'da siyah olmanın ağırlığını ekleyin. O yıllarda Amerikan Medeni Haklar Hareketi'nin önemli isimlerinden James Meredith, Mississippi'deki yürüyüş sırasında pusuya düşürülmüş; Kara Panter Partisi (Black Panter Party) kurulmuş; Thurgood Marshall, ilk Afro-Amerikan yüksek mahkeme yargıcı seçilmiş ve Detroit'te çıkan ırkçılık karşıtı ayaklanmada 43 kişi hayatını kaybetmiş, 1.189 kişi yaralanmış ve 2 binden fazla bina hasar görmüştü.
Herkesin alkışladığı Lew Alcindor'un aslında hayal ettikleri kişi olmadığını fark ettim. Hayranlarım benim ırk eşitliğinin ideal bir örneği olmamı istiyorlardı. Beni – ırkı, dini ya da ekonomik durumu ne olursa olsun – her altyapıdan insanın Amerikan rüyasına erişebileceğinin bir simgesi olarak görüyorlardı. Onlara göre ben, ırkçılığın bir efsane olduğunun canlı kanıtıydım.
Fakat işin aslını biliyordum. Bulunduğum noktaya, fırsat eşitliği sayesinde değil, 2,18 metre boyum ve atletik yapım sayesinde gelmiştim. Diğer yandan otorite sahiplerini memnun etmeye çalışma anlayışına dayalı katı bir terbiye ile de mücadele ediyordum. Babam kuralları olan bir polisti. Katolik okulunda okumuştum ve oradaki rahipler ile rahibelerin de bir sürü kuralları vardı. Oynadığım takımları çalıştıran basketbol koçlarının ise daha da çok… İsyan etmek gibi bir seçeneğim yoktu.
Yine de durumdan memnun değildim. 1960'larda yetişmiş biri olarak çok fazla siyah rol model görmemiştim. Özverili cesaretinden dolayı Martin Luther King Jr.'a, düşmanlarını fena halde benzetip esas kızı kaptığı için de Shaft'a hayranlık duyuyordum. Bunun dışında beyaz kamuoyunun ortak fikri, siyahların pek de iyi olmadıkları yönündeydi. Onlara göre siyahlar, ya haklarını alabilmek için beyazların yardımına ihtiyaç duyan mağdur bir kesim ya da beyazların evlerini, işlerini, kızlarını ellerinden almaya niyetli baş belalarıydı. "Makbul olanlar" gösteri ya da spor dünyasının mutlu isimleriydi, ki onların da yakaladıkları talih için minnettar olmaları bekleniyordu. Bu gerçeğin bir şekilde yanlış olduğunu – bir şeylerin değişmesi gerektiğini – biliyordum. Bilmediğim şey ise bunun benim için ne anlama geldiğiydi.
Baştaki bilinçlenme sürecimde en büyük etkiyi yaratan, üniversitenin ilk yılında Malcolm X'in otobiyografisini okumamdı. Malcolm'ın hikayesi; demir parmaklıklar ardına düşmeden çok önce kendisini hapseden kurumsal ırkçılığın bir kurbanı olduğunu fark edişi beni çok etkilemişti. Ben de aynen o şekilde hissediyordum: İnsanların ben olduğumu sandığı bir imajın içinde hapis gibiydim. Malcolm ilk iş olarak içinde büyüdüğü Baptist inancını bir kenara bırakarak İslamiyeti araştırmaya başladı. Ona göre Hristiyanlık, siyahları köleleştiren ve topluma yayılan ırkçılığı destekleyen beyaz kültürünün temeliydi. Ailesi ateşli bir şekilde Hristiyanlığı savunan Ku Klux Klan'ın saldırısına uğramış, evleri bu hareketten ayrılarak kurulan Kara Lejyon isimli bir grup tarafından yakılmıştı.
Malcolm X'in adi bir suçludan siyasi bir lidere dönüşümü, beni kendi yetiştirilme tarzımı daha yakından incelemeye ve kimliğim hakkında daha derinlemesine düşünmeye sevk etti. Malcolm X, İslam sayesinde kendi gerçek benliğini bulmuş; bir yandan siyahlardan ve beyazlardan gördüğü düşmanca tavırlarla yüzleşirken, diğer yandan da toplumsal adalet için savaşacak gücü kazanmıştı. Bu düşünceler ışığında ben de Kuran-ı Kerim'i incelemeye başladım.
Karar ve başkaldırı
Kurbağa Kermit'in meşhur bir repliği vardır: "Yeşil olmak kolay değil." der. Bir de Amerika'da Müslüman olmayı deneyin.
Bu karar, ruhsal tatmin yönünde dönülmez bir yola girmemi sağladı. Ama bu kesinlikle pürüzsüz bir yol değildi. O yolda ilerlerken ciddi hatalar yaptım. Üstelik belki yolun pürüzsüz de olmaması gerekiyordu; belki de kişinin inançlarını sorgulayıp pekiştirebilmesi için gittiği yolun engeller, sapaklar, yanlış keşiflerle dolu olması şarttı. Malcolm X'in dediği gibi, "Şayet bedelini ödemeye hazırsanız, kendinizi gülünç duruma düşürmeye de hakkınız vardır."
Ben de bu bedeli ödedim.
Daha önce de söylediğim gibi, kurallara – ve özellikle de öğretmenler, vaizler ve takım koçları gibi kuralları uygulayanlara – saygılı biri olarak yetiştirildim. Her zaman istisnai bir öğrenci oldum. O yüzden de İslamiyet hakkında daha fazla bilgi edinmeye karar verdiğimde, Hammas Abdülhalis'i kendime öğretmen kıldım. Milwaukee Bucks takımında oynadığım yıllarda Hammas'ın İslamiyet yorumu iyi bir ilham kaynağıydı. Daha sonra 1971 yılında, 24 yaşındayken Müslüman olarak (Allah'ın asil hizmetkarı anlamına gelen) Kerim Abdül Cabbar adını aldım.
Bana sık sık, niçin Amerikan kültürüne bu denli yabancı bir dini ve telaffuzu bu kadar zor bir ismi tercih ettiğim soruluyor. Hatta bu durumu sanki evlerini yakmışım ya da Amerikan bayrağını yırtmışımcasına epey kişisel algılayan hayranlarım dahi oldu. Aslında ben Amerikan kültürüme yabancı olan dini reddedip siyah Afrikalı mirasımın bir parçası olan dini kucaklıyordum. (Afrika'dan getirilen kölelerin tahminen yüzde 15-30'u Müslümandı.) Hayranlarım, 1930'da Detroit'te kurulan Amerikan İslam hareketi İslam Ümmeti'ne katıldığımı sanıyordu. İslam Ümmeti lideri olarak Malcolm X'ten çok etkilendiysem de gruba katılmamayı tercih ettim. Çünkü işin siyasi yönünden ziyade manevi tarafına odaklanmak istiyordum. En nihayetinde Malcolm da grubu reddetmiş ve hemen sonrasında da üç grup üyesi tarafından öldürülmüştü.
Ailem din değiştirmemden memnun olmadı. Koyu Katolik olmasalar da beni Hristiyanlığı mutlak doğru olarak kabul edecek şekilde yetiştirmişlerdi. Fakat tarih okudukça, Hristiyanlığın insanlara boyun eğdirme konusunda oynadığı rolün daha çok farkına vardım. Elbette 1965'teki İkinci Vatikan Konseyi'nin köleliği Tanrı'nın adını lekeleyen, toplumu zehirleyen bir "haysiyetsizlik" ilan ettiğini biliyorum. Fakat benim açımdan bu çok geç atılmış bir adımdı. Kilisenin, gücünü ve nüfuzunu köleliği bitirmek için kullanmayıp bunun yerine bir şekilde ilk günahla bağlantılandırarak haklı göstermesi beni sinirlendiriyordu. Dum Diversas and Romanus Pontifex gibi papalık fetvaları, yerlilerin köleleştirilmesini ve topraklarının gasp edilmesini tasvip ediyordu.
Pek çok Hristiyanın kölelikle savaşmak için kendi hayatlarını ve ailelerini riske attığının ve onlar olmasaydı bu sorunun bitmeyeceğinin farkında olmakla beraber, en kutsal inançlarını doğrudan çiğneyen böylesine rezil bir davranışa göz yummuş kültürel kurumlarla aynı çizgide de olamıyordum.
İsim değiştirmek, hayatımda ailemin ve halkımın köleleştirilmesine dair ne varsa reddetmemin bir uzantısıydı. Alcindor, Trinidad'da yaşayan Fransız bir toprak ağasıydı ve atalarım da onun kölesiydi. Ailemin kökleri günümüz Nijerya'sındaki Yoruba halkına dayanıyor. Ailemin köle efendisinin adını taşımaya devam etmek, onların şerefini lekelemek gibi geliyordu. Alcindor adı, adeta bir utanç lekesi gibiydi.
İslamiyete mutlak şekilde sadıktım. Başka bir kadına güçlü duygular beslememe rağmen, Hammas'ın önerdiği bir kadınla evlenmeyi bile kabul ettim. Daima takım oyuncusu olan ben, "Koç" Hammas'ın söylediği şekilde davranıyordum. Ailemi düğüne çağırmamam konusundaki tavsiyesine de uydum; ki bu hatayı telafi etmem yıllarımı alacaktı. Hammas'ın öğretilerinden bazılarıyla ilgili şüphelerim olsa da, yaşadığım büyük manevi tatmin yüzünden bunları mantığa bürüyordum.
Fakat sonunda özgür ruhum ortaya çıktı. Bütün dini bilgilerimi tek bir adamdan alma fikrinden memnun olmadığım için kendi kendimi yetiştirmeye karar verdim. Kısa süre içinde Hammas'ın Kuran-ı Kerim ile ilgili bazı öğretilerine katılmadığımı anladım ve kendisiyle yollarımız ayrıldı. 1973'te Libya ve Suudi Arabistan'a gidip Kuran'ı Kerim'i kendi başıma inceleyebilmek için Arapça öğrendim. Bu kutsal yolculuk bittiğinde inançlarım netleşmiş, imanım tazelenmişti.
O zamandan bu zamana, Müslüman olma kararımdan dolayı ne bir bocalama yaşadım ne de bir pişmanlık duydum. Geriye dönüp baktığımda, keşke bunu daha gizli, tüm o tantana olmadan yapabilseydim diyorum. Lakin o dönemde köleliği ve bunu destekleyen dini kurumları kınayarak medeni haklar hareketine destek veriyordum. Bu da benim açımdan son derece kişisel bir yolculuk olan bu süreci, istemediğim halde başka bir yöne saptırarak daha siyasi bir şekle soktu.
Birçok insan, inandığı dinin içine doğar. Onlar için din, büyük ölçüde bir miras ve kolaylık meselesidir. İnançları imana; sadece dinin öğretilerine değil, aileden ve kültürden gelen o dinin kabulüne de dayalıdır. Din değiştiren biri açısından ise bu bir karar ve başkaldırı meselesidir. Bizlerin inancı, iman ve mantığın birleşimine dayanıyor, çünkü ailemizin, bağlı olduğumuz toplumun geleneklerini terk edip her ikisine de yabancı bir inancı benimseyebilmek için güçlü bir sebebe ihtiyacımız var. Din değiştirmek riskli bir iş; zira sonunda ailenizi, arkadaşlarınızı ve toplumun desteğini kaybedebilirsiniz.
Bazı hayranlarım bana hâlâ Lew diye sesleniyor ve böyle yaptıklarında onları görmezden gelmeme bozuluyorlar. Manevi tercihlerime saygı göstermemelerinin bir hakaret olduğunu anlamıyorlar. Sanki ben kendi özel hayatı olan bir birey değilmişim de, varoluş sebebi onların hayatını, yine onların uygun gördükleri şekilde süslemek olan bir oyuncakmışım gibi…
Kurbağa Kermit'in meşhur bir repliği vardır: "Yeşil olmak kolay değil." der. Bir de Amerika'da Müslüman olmayı deneyin. Pew Research Center tarafından yapılan, başlıca dini gruplara yönelik tutumları değerlendirme amaçlı bir ankete göre, İslam, ABD'deki en büyük üçüncü din olduğu halde Amerikan kamuoyunun en az saygı duyduğu kesim ise Müslümanlar. Öyle ki bu oran, ateistlere duyulan saygıdan da düşük.
Müslüman olduğu iddia eden kimselerin terör eylemleri, saldırılar ve insanlık dışı hareketler yüzünden dünyanın geri kalanı bizden korkar hale geldi. Dünya genelindeki 1,6 milyar Müslümanın çoğunun barışçıl pratiklerini gerçek manada bilmeden sadece en kötü örnekler gündeme getiriliyor. Müslüman oluşumun bir parçası da, başkalarına dinimi öğretme sorumluluğunu kabul etmeyi; onları Müslüman yapmaktan ziyade karşılıklı saygı, destek ve barış çerçevesinde onlarla bir arada yaşamayı içeriyor. Aynı şeyi başkalarından da bekleyerek çok fazla bir şey istemiş olmuyorum.
Kaynak: Al Jazeera