Tablo 1 Türk Üzere Verilen Devşirme Oğlanları (Osmanlılar'da Sağlık, II, 26-28, Kaynak: 897-944 [1491-1538] tarihli Bursa Şer'iyye Sicilleri). |
Bursa Adaköyü'nde Hoşkadem b. Abdullah elinde hizmetiçün olan Hamza nam sarışın, kısa boylu, gök gözlü, emred Bosneviyyü'l-asl yeniçeri nasır (نصير) zahmetinden vefat... (Şubat 1491). Bursa Bahçeköy'de Ali b. Abdullah elinde olan Hızır nam buğday enli (buğday benizli), yalın yüzlü, emred, kara gözlü Eflâkiyyü'l-asl yeniçeri nasır zahmetinden vefat... (Mart 1491). Bursa Akçapınar nam karyede Abdal b. Mehmed elinde olan Hasan nam kara yağız, elâ gözlü, orta boylu, yalın yüzlü, Bosneviyyü'l-asl yeniçeri nasır zahmetinden vefat... (Mart 1491). Bursa Kite kadılığı Katırlıköy'den Yûsuf b. Mustafa elinde olan Süleyman nam sarışın, gözleri çukur, orta boylu, yalın yüzlü, Bosneviyyü'l-asl yeniçeri tâun illetinden vefat... (Mart 1491). Bursa'da Hacı İlyas oğlu Mehmed Çelebi elinde olan Yûnus nam sarışın, uzun boylu, Bulgariyyü'l-asl yeniçeri nasır zahmetinden vefat... (Mart 1491). Bursa Armud köyünde Mevlânâ Bahârî elinde olan Kasım nam kara yağız, kara gözlü, açık kaşlı, Bulgariyyü'l-asl acemi yeniçeri tâun illetinden vefat... (Kasım 1491). Bursa Adaköy'de Budak b. Mahmud Fakıh elinde hizmetiçün olan Ağca nam sarışın, elâ gözlü, yalın yüzlü, orta boylu Bosneviyyü'l-asl yeniçeri katırdan düşüp öldü (Kasım 1491). Bursa Balıklı köyünde Hergeleci Hamza b. Abdullah elinde olan İlyas nam sarışın, gök gözlü, orta boylu, emred, Bosneviyyü'l-asl oğlan tâun illetinden vefat... (Aralık 1491). Bursa Serme nam karyeden Hacı İdrîs b. Ali Fakıh elinde hizmetiçün olan Ali nam buğday enli, elâ gözlü, uzun boylu, Bulgariyyü'l-asl oğlan ve İskender nam buğday enli, tavîlü'l-kāme, ablak Bulgariyyü'l-asl oğlan ve Nasûh nam kara yağız emred Bulgariyyü'l-asl oğlan üçü birle tâun zahmetinden vefat... (Mart 1492). Bursa Kaplıca müderrisi Mevlânâ Seydî'ye hizmetiçün verilen Hamza nam sarışın, uzun boylu, gök gözlü, Bosneviyyü'l-asl acemi yeniçeri tâun zahmetinden vefat... (Temmuz 1492). Bursa Armud köyünde Yûsuf b. Abdullah elinde hizmetiçün olan acemi Hızır nam kara yağız, gök elâ gözlü, Sırbiyyü'l-asl orta boylu oğlan tâun zahmetinden vefat... (Eylül 1492). Bursa Fodra nam köyde Solak İskender b. Abdullah hizmetiçün verilen Ahmed nam asfer, ezrak, ablak, kasîrü'l-kad Sırbiyyü'l-asl oğlan nasır zahmetinden dârüşşifâda fevt... (Ocak 1503). Bursa Karaman köyünde İshak b. Abdullah elinde Hamza nam asfer, ahver, ablak, aksar, Rûmiyyü'l-asl oğlan dârüşşifâda nasır zahmetinden fevt... (Ocak 1503). Ulûfeci Evrenos'a hizmetiçün verilen Hamza nam eşhel, ablak, etem Bulgariyyü'l-asl oğlan nasır zahmetinden Bursa Dârüşşifâsı'nda fevt... (Ocak 1503). Şehzade Mahmud'a verilecek acemi yeniçerilerden Mustafa nam emred, uzun boylu, sarışın, Bosneviyyü'l-asl oğlan Frenk uyuzu olduğu cihetten timar içün Yılancı Kemal'e verilmiş ve timar edilerek teslim edilmiş (Mart 1504). Bursa Dârüşşifâsı hizmetinde olan yeniçerilerden Hasan nam buğday enli, ergen, ahver, orta boylu, Bulgariyyü'l-asl ve Mustafa nam sarışın, elâ gözlü, orta boylu Bulgariyyü'l-asl oğlanlar kapıya varmağa murad edindikleri ecilden... (Mart 1504). Hamamlıkızık köyünde Berek b. Îsâ'ya hizmetiçün verilen Hamza nam sarışın, gök gözlü ve açık kaşlı, emred Bulgariyyü'l-asl oğlan tâun zahmetinden fevt... (Mayıs 1504). Hacı İvaz Paşa Kızığı'nda Hacı Ahmed b. Abdullah elinde olan Hasan nam sarışın, elâ gözlü, açık kaşlı, tavîlü'l-kāme, Bulgariyyü'l-asl emred oğlan ve bir dahi İskender nam kara yağız, ahver, ahzer, emred, Rûmiyyü'l-asl oğlan tâun zahmetinden fevt... (Mayıs 1504). Gülpınar köyünde Hızır b. Mûsâ elinde olan Ali nam sarışın, elâ gözlü, açık kaşlı, emred, Bulgariyyü'l-asl ve bir dahi Ahmed nam buğday enli, kara gözlü, çatık kaşlı, emred, Bulgariyyü'l-asl oğlanlar tâun zahmetinden vefat... (Mayıs 1504). Gülpınar köyünde Mahmûd b. İlbeyi'nin elinde olan Hüseyin b. Abdullah nam sarışın, elâ gözlü, açık kaşlı, emred, Bosneviyyü'l-asl oğlan tâun zahmetinden fevt... (Mayıs 1504). Gülpınar köyünde Muharrem b. Hamza elinde olan Ali nam sarışın, elâ gözlü, emred, Rûmiyyü'l-asl oğlan tâun zahmetinden fevt... (Mayıs 1504). Bursa'da Bakkal Mehmed b. Hızır nam kimesnenin zimmetinde Bulgariyyü'l-asl Hızır b. Abdullah ve Rûmiyyü'l-asl İlyâs b. Abdullah nam acemi yeniçerileri olup ve zikrolunan yeniçeriler tâun illetine müptelâ olup ve bu marazdan fevt olmağla... (Şubat 1538). Bursa'da Sultan Mehmed Han mahallesinde mütemekkin acemi yeniçerileri kethüdâsı Halîl b. Aynî yedinde Mesîh b. Abdullah ve Hüseyin b. Abdullah nam emred Bulgariyyü'l-asl acemi oğlanları olup hâliyâ mezbur Mesîh nasır zahmetine müptelâ olup ve mezkûr Hüseyin dahi tâun zahmetine müptelâ olup zikrolunan acemi oğlanlar bu marazlarından fevt... (Şubat 1538). |
Devşirmelerin şer'î hukuk dahilinde kölelik diye kabul edilen hukukî statüleri klasik İslâm köleliğiyle tam uyuşmayan bir toplumsal ve siyasal ortam üzerine oturur. Dolayısıyla kapıya çıkmayı, devşirmelerin artık hukuken özgür bireyler olarak padişaha tâbi kapıkulları imtiyazlı zümresine intikal etmeleri şeklinde düşünmek yanlış olmayacaktır (Karamuk, s. 563). Bununla beraber kul statüsü altında bunların padişaha karşı bağımlılıkları devam eder. Kutadgu Bilig'de yaya asker için kullanılan ve köle ile aynı anlamı taşıdığına işaret edilen (Papoulia, s. 4, dipnot 10) "kul" tanımlaması, Osmanlı terminolojisinde kölelikten ziyade bunların eski statülerine işaret eder; bu ilişki içinde bunlar başkasına kiralanamazlar, satılamazlar, askerlik dışında kullanılamazlar; dolayısıyla kul, hükümdara karşı özel bağımlılık durumu içinde fevkalâde hizmet konumu sebebiyle devam eden bir tâbiyeti ve belirli bir hizmeti yerine getirmek üzere acemi oğlanları zümresinden çıkarılmış olma halini ifade eder. Padişahın kul tanımlamasıyla hizmet veren yeniçeri ve sipahileri evlâtları gibi görmesi ve böyle isimlendirmesi, bunların da kendisinden "babamız" diye bahsetmesi, içlerinden liyakat gösterenlerin hükümdara damat olması aralarındaki bu özel hukuka işaret etmekteydi. Bununla beraber yeniçerilerin kul hitabına itirazda bulunduklarına dair kayıtlar kaynağı Evliya Çelebi olmak üzere 1655-1656 tarihinde dile getirilmiştir (Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Hanedan, s. 49).
Çıkmanın âzat edilme veya serbest kalma (Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 324) diye kabul edilmesi daha önceki hukukî statünün bir nevi kölelik olduğu îmâsını da içinde taşır. Osmanlılar'ın özellikle Arap devletlerinde ve Memlükler'de görüldüğü üzere alışılmış yollardan köle-asker edinme yerine devletin tebaası hıristiyan ahalinin çocuklarının devşirilmesi fikrine nasıl geldikleri bilinmemektedir. Hıristiyan ahalinin çocuklarının devşirilmesi aslında din bakımından da sakıncalı bir durum ortaya çıkarmaktaydı, zira Kur'an'ın hükmü cizye ile yetinilmesini emrediyordu. Osmanlılar'ın meseleyi İslâm'ın zuhurundan önce veya sonra hıristiyan olanlar şeklinde Şâfiî hukukuna dayandırıp çözdükleri varsayımı, İslâm'da çocukların köle yapılamayacağı kaidesi veya Bosnalı müslümanların devşirilmesinin gerekçesi olarak bunların mühtedi olmalarının gösterilmesi meseleye kesin bir açıklık getirmez; ancak ister âzatlık ister serbestlik densin çıkma ile birlikte kölelikten kulluğa veya tanımlaması tartışmalı bir statüden tanımlaması ve konumu çok daha belirli bir duruma geçildiği açıktır. Başlangıçtan itibaren reel politika takip eden Osmanlılar için, bu önemli kurumun şekillenmesinde dini her şeye yön veren mutlak bir etken olarak gördüklerini ve her şeyi buna uyarlayıp yapılandırmaya çalıştıklarını ileri sürmek herhalde isabetli değildir. Meselelerin çözümünde gerçek etken olan "hikmet-i hükûmet" payının ihmal edilmediğini ve işlerin esas itibariyle bu anlamda "kitabına uydurularak" yürütüldüğünü söylemek mümkündür.
Çocukların toplanarak saray ve askerî hizmetler için eğitilip kullanılması Osmanlı komşu dünyasına da ilham veren bir husus olmuştur. Şah Abbas'ın tahta çıkışının (995/1587) ardından kurulan, "kullar" veya "gulâmân-ı hassa-i şerîfe" diye anılan birliklerde Ermeni, Çerkez ve Gürcü gibi Kafkas kökenli, İran topraklarına yerleşip çoğunlukla müslüman olmuş, genelde savaş esiri ailelerin çocuklarından askerlik için faydalanılması yoluna gidilmişse de (Roemer, s. 313) bunun Osmanlı devşirme sistemiyle alâkası yoktur. Nizâmülmülk Siyâsetnâme adlı eserinde, Türkmenler'den 1000 çocuğun kayıt altına alınarak bunların gulâm gibi kullanılmasını tavsiye ettiği bilinmektedir. Bir tür "çocuk vergisi" olan bu gibi uygulamalar diğer pek çok kaynakta da geçmektedir (Papoulia, s. 57-58). Nizâmülmülk'ün eserinin yaygın biçimde tanınması devşirmenin ana fikrini içermesinden ötürü önemlidir. Kaynaklarda Orhan Bey zamanında toplanan çocukların sayısının 1000 olarak verilmesi de (Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 145) büyük ihtimalle Siyâsetnâme'ye dayanır. Fâtih Sultan Mehmed'in Eflak'tan 500 çocuk istemesi bu tür bir vergi talebine Osmanlılar'ın yabancı kalmadığını gösterir. O dönemin voyvodası tarafından reddedilen bu talebe daha sonraları olumlu cevap verildiği belirtilmekte ve Eflak Prensi Neagoe Basarab'ın (ö. 1521) yılda 600 çocuk vaad ederek Türk saldırılarından kurtulduğu ifade edilmektedir. Para vermeye gücü yetmeyenlerin vergilerini çocuk teslimatıyla yapmaları örneği yine Fâtih döneminde Arnavutluk için de söz konusu olmuştur (Papoulia, s. 58-59). Kafkaslar'dan çocuk vergisi istenmesi ise ciddiyetini çok daha geç zamanlara kadar korumuş, nihayet 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'nın 23. maddesiyle bu tür taleplere son verilmiştir (Noradounghian, I, 329).
Ancak bu istisnaî örneklemeler devşirme sisteminin özüyle örtüşmez. Sistemin ne anlama geldiğini Selânik metropoliti tarafından yazılan 1395 tarihli bir mektup açıklar. Burada, toplanan çocuklardan bahsedilmekte, onların böylece dinlerini değiştirmek zorunda kalacakları, örf ve âdetlerini kaybedecekleri, dillerini unutacakları, köleliğe sevkedilecekleri, barbarlığa düşecekleri dile getirilmektedir (Papoulia, s. 62-63). Moravya markgrafına (saray kontu) yazılan 1397 tarihli bir mektupta da buna benzer bir anlatım görmek mümkündür. Burada da on-on iki yaşlarındaki oğlan çocukların asker yapılmak üzere alındığı hususuna yer verilmektedir (Karamuk, s. 559). Bununla beraber bazı ailelerin kendi istekleriyle çocuklarını devşirmeye verdiklerine dair Batılı seyyah ve gözlemciler tarafından yapılan tesbitleri (Gerlach, Türkiye Günlüğü, I, 529) haklı çıkarmak üzere 1498 tarihli bir Torba Kaydı'nda kendi isteğiyle yazıldığına dair bir şerh düşürülen Sokoloviçe köyünden (Bulgaristan) İstoban veled-i Dimitro örneği (Tablo 2) durumun bazan başka yönünün de bulunduğunu gösterir. Fakat bu gönüllü katılımların pek fazla olmadığını kayıtlarda buna dair düşülen şerhlerin azlığı ortaya koyar. Öte yandan gönüllü katılım söylemlerinin hıristiyan ailelerin direnme, çocuklarını saklama, erken evlendirme, rüşvet dahil çeşitli yollara başvurma ve hatta isyana kalkışma gibi daha sıkça görülen tepki örneklemeleriyle (Papoulia, s. 109-116) dengelenmesinde fayda vardır.
Tablo 2 Yeni Devşirilen Çocukların Eşkâl ve Aile Kayıtları (Kaynak: Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Bâb-ı Defterî, Müteferrik, nr. 36805) |
Köstendil livâsı: (Ramazan 903 / Nisan-Mayıs 1498) Ustrumca kazası Makriva köyü Yeno veled-i Dimitro Elâ gözlü, açık kaşlı, ak benizli, iki kaşı arasında beni var, iki zülfü altında beni var, uzun boylu, mahbûbdur. Ustrumca kazası Makriva köyü Miloş veled-i Dragoy Kara gözlü, açık kaşlı, sağ kulağı delik, ak benizli, uzun boylu, mahbûbdur. Ternik köyü Pale veled-i Nikola Elâ gözlü, açık kaşlı, sol kulağı delik ve sağ gözü kuyruğunda beni var, sarışın, orta boylu. Gradiç köyü Görgo veled-i Yako Gök elâ gözlü, açık kaşlı, elinde nişanı var, ak benizli, uzun boylu. Gradiç köyü Dula veled-i Kostime Kara gözlü, açık kaşlı, sol gözünün altında nişan var ve sol kulağı delik, gendum-gûn, uzun boylu. Kaloçinde köyü Bringo veled-i Vleis Gök elâ gözlü, çatık kaşlı, üst dudağı ve sağ yanında nişanı var, ak benizli, uzun boylu. Tırhala sancağı Polana köyü Yani veled-i Gireç Gök elâ gözlü, sarışın, orta boylu. Yeno veled-i Kiro Gök gözlü, açık kaşlı, sol kaşının kuyruğunda nişan var, gendum-gûn, uzun boylu. Nikola veled-i Rayko Elâ gözlü, çatık kaşlı, eğninin sağ yanında nişanı var, ak benizli, uzun boylu. Karye-i Andro Nikodol Rale veled-i Yuvan Zeytin gözlü, açık kaşlı, üst dudağında nişanı var, ak benizli, orta boylu. Karye-i Sokoloviçe İstoban veled-i Dimitro Gök elâ gözlü, çatık kaşlı, sol yanağında iki beni var, ak benizli, uzun boylu (kendi isteğiyle kaydolundu). Atina Yorgi veled-i Nikola, ana adı Mariya, yaş on dört. Atina Mihal veled-i Yorgi, ana adı Mariya, yaş on iki. İşkodra livâsı, İpek, Görek Babiniç mahallesi Vajino veled-i Radosav Buğday tenli, kara gözlü, açık kaşlı, yaş on beş. Hersek sancağı Nâhiye-i Polimiye, an cemâat-i Knez Göre veled-i Dırak, Pladin veled-i Radosav, sarışın elâ gözlü, açık kaşlı, yaş on dört (Enderun için ayrıldı). İlbasan sancağı Taniş köyü Petri veled-i Gön Sarışın, elâ gözlü, açık kaşlı, yaş on üç. İşkodra nahiyesi Müselleman köyü Görek veled-i Gön Kara yağız, kara gözlü, çatık kaşlı, yaş on beş. |
Tablo 3 XV-XVIII. Yüzyıllarda Anadolu'da Devşirme Mahalleri |
||
Aksaray Amasya Arapkir Batum Bayburt Beyşehir Bilecik Bursa Cizre Çemişgezek Çorum |
Diyarbekir Eğirdir Erzurum Gemlik İznik Karahisar Karaman Kayseri Kemah Kütahya Lefke |
Malatya Manyas Maraş Mihaliç Niğde Sinop Sis Sivas Tokat Trabzon Zülkadriye |
Devşirilen gençlerin, Türk'ten geri alınıp İstanbul'a getirildikten sonra başlarına ak börk geçirilerek ocağa dahil edildikleri bilinmektedir. Ancak bunun Hacı Bektâş-ı Velî ile irtibatlandırılması, özellikle bu velînin Osmanlı Beyliği'nin kuruluşundan çok daha önce ölmüş olmasından ötürü tamamen geçersizdir. Öte yandan 1438-1458 arasında Bursa yöresinde kölelik dönemi geçiren Macaristanlı György'nin Anadolu'nun önde gelen evliya-dervişlerinden söz ederken Seyyid Gazi kadar ünlü diye tanıttığı Hacı Bektaş'ın isminin "hacılara yardım eden" anlamına geldiğini, yardımını dileyen ve cevap alan hacıların bu ermişe karşı büyük saygı duyduklarını söylemesi (Tractatus, s. 289) ve yeniçerilerin Hacı Bektaş'a atfedilen mânevî irtibatına dair herhangi bir işarette bulunmaması önemlidir. Ocağın bir askerî kurum olarak kuruluş aşamalarını artık çoktan geride bıraktığı böyle geç bir tarihte hâtırat sahibinin, hacıların evliyası kabul edilmeden önce kendisine atfedilen ak börk hikâyesinden ötürü yeniçerilerin mânevî velîsi olduğuna değinmesi beklenirdi. Bunu yapmaması böyle bir bağlantının çok daha sonraki zamanlarda ortaya çıktığını göstermektedir. Yine 1455-1463 yıllarında yeniçerilik yapan Konstantin'in de hâtıratında Hacı Bektaş veya ak börkle ilgili herhangi bir şey söylememesi herhalde bu yönde bir anlam taşır. Bununla beraber XV. yüzyılın sonlarında Âşıkpaşazâde'nin böyle bir irtibatı reddetmek zorunda kalması bunun belirli kesimlerde artık söz konusu edilmeye başladığının delilidir (DBİst.A, VII, 474). Öte yandan yeniçeri börkünün Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde teşkilâtlı bir grup oluşturan ahîlere mahsus bir başlık olduğu genel kabul görür. Yeniçerilerin Bektaşîler'le yakınlıklarının tartışmasız kabul görmesi ocağın yapısal bozulma aşamalarında daha bir geçerlilik kazanır. Yeniçeri Ocağı'na Bektaşî Ocağı, yeniçerilere tâife-i Bektaşiyye gibi isimler takılması, Bektaşîler'in ocağa girerek 94. Cemaat Ortası'nda babalardan birinin Hacı Bektaş vekili sıfatıyla makam tutması ve pîr evinde vefat eden babanın yerine seçilen yenisinin İstanbul'da Yeniçeri Ocağı'nı ziyaret edip sadrazam tarafından kabul edilmesiyle neticelenen belirli bir merasime tâbi tutulduktan sonra postuna oturtulması gibi teşrifat (Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 147-150) ocak ve tarikatın 1826'da aynı kaderi paylaşmasına kadar devam etmiştir. Acemi oğlanlarının Türk üzerinden geri alındıktan sonra Yeniçeri Ocağı'na intikalleri dışında saray hizmetlerinde (hassa bahçe-bostan-çamaşırhane-mutfak-fırın-ahır-mandıra-odun gemileri), ayrıca donanma gemilerinde, tophânede, su yollarında, işçi olarak kemhâcılar yanında çalıştırılmak üzere çıkmaya tâbi tutuldukları veya 1570'te Edirne'de Selimiye Camii inşaatında çalıştırılmak amacıyla ulûfeli olarak kaydedildikleriyle ilgili bilgiler kendilerinden istifade edilme kanallarının çeşitliliğini gösterir (a.g.e., I, 115-125, 138).
Osmanlı Ordusu ve Toplumundaki Konumları. XVI. yüzyılda ordunun çok büyük bir kısmı timarlı sipahilerden oluşmaktaydı. Ancak bu durum yeniçerilerin önemini azaltmaz ve savaşlarda genellikle önemli zayiat karşılığında sipahiler tarafından yumuşatılan düşmana vurulacak nihaî darbede kendilerine önemli bir rol düştüğü bilinir. Öte yandan zayiattan en çok korunan seçkin kıtalar da yeniçeri askeriydi. Eflak Prensi Kazıklı Voyvoda'ya (III. Vlad) karşı verilen mücadele esnasında (1476) Vlad'ın vahşice sürdürdüğü savaş sebebiyle ayrıca nasıl korktuğunu açıkça ifade eden yeniçeri Konstantin, özellikle Tuna'nın karşı kıyısında kalan padişahın o ana kadar açılan top ateşi yüzünden 250 yeniçerinin ölmesinden de etkilenerek öte yakada kalanların da ağır kayıplara uğrayabileceği ihtimaliyle çok büyük bir sıkıntı içine düştüğünü dile getirmektedir (Bir Yeniçerinin Hatıratı, s. 81). Zira yeniçeriler, ordu mevcudunun yüzde doksanını oluşturarak Osmanlı Devleti'nin temel taşı ve bel kemiğini teşkil eden maliyeti düşük timarlı sipahilere oranla (Murphey, Osmanlı'da Ordu ve Savaş, s. 59-66) eğitilmesi uzun zaman alan ve pahalıya mal edilen askerlerdir. Bu durumları ocağın devşirme sistemine dayandığı klasik dönemlerin sonuna kadar geçerliliğini korumuş olmalıdır.
Devşirme teşkilâtının Yeniçeri Ocağı ve saray için olmak üzere iki hizmet sahası bulunmaktadır. Saray için yapılan devşirmenin ocak için yapılanların nihayete ermesinden çok daha sonraları, hatta Acemi Ocağı'nın ilgası tarihlerine kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. Ocak için yapılan devşirmenin XVIII. yüzyılın ortalarına kadar önemsenmeyecek derecede az sayıda olsa dahi uygulandığı tesbit edilmektedir. Çeşitli belge ve kaynaklardan hareketle Acemi Ocağı'ndaki mevcudatla ilgili sağlam bir fikir edinmek mümkündür. XVI. yüzyıl ortalarında sayılarının 4000'e ulaştığı, asrın sonlarına doğru 9000'e vardığı, XVII. yüzyılda ise 12.000'i aştığı belirlenebilmektedir. Sayı yeniçeri mevcudundaki artışa da işaret eder ve XVIII. yüzyıl içinde Acemi Ocağı'ndaki sayısal düşüş, 1666'da Batı ve Orta Balkanlar'da yıllık devşirme sayısını 300-320 arasında öngören fermanın işaret ettiği üzere devşirme uygulamasının da azaldığını gösterir. Bunda muhtemelen ocağın savaş meydanlarında gözlenen başarısızlıklarından ötürü yapılan masraflara değmediği kanaati etken olmuştur (a.g.e., s. 69). Nitekim Acemi Ocağı'ndaki 1706 ve 1752 tarihli rakamlar 1860 ve 1818 efradı gösterir, genel toplam daha sonraki senelerde de yaklaşık bu sayı civarında kalır (Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 79-81). Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı'nın ilgasına kadar ayakta kalmakla birlikte işlev değişikliğine uğramıştır. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasının ardından hâlâ mevcut Rumeli ve Anadolu ağaları Bursa'ya sürülmüştür. Bir müddet daha saraya odun nakli işleriyle görevlendirilerek ayakta kalan ocak nihayet ocak ağalığının "hatab eminliği"ne tahviliyle tamamen tarihe intikal etmiştir (a.g.e., I, 69-70).
Yeniçeri Ocağı'nın Fâtih Sultan Mehmed zamanında kurumsal açıdan gelişmesi yanında bir dizi sefer sebebiyle sayısal açıdan da artması kaçınılmaz olmuş ve yaklaşık 5000 tahmin edilen sayı Fâtih'in saltanatı sırasında ikiye katlanmıştır. Sayısal artış Kanûnî Sultan Süleyman zamanında 12-13.000 olarak gösterilmekle beraber bunların hepsinin birden sefere katılması söz konusu değildir. Avrupa'daki savaş meydanlarında ateşli silâhlarla donatılan piyadelerin öne çıkması yeniçeri sayısının önemli derecede artmasına yol açmış, bunun sonucunda klasik sistemden köklü uzaklaşmalar kaçınılmaz olmuştur. Nitekim daha III. Murad devrinin sonunda (1595) yeniçeri sayısı 25.000'e varmış bulunuyordu (EI2 [İng.], XI, 323-324; ayrıca bk. İnalcık, s. 90). Bununla beraber yaya askeri sayısındaki artışın yol açtığı maliyetin karşılanması bu tarihlerde hüküm süren enflasyonun da etkisiyle büyük sıkıntılara yol açmıştır. Bu sayı (bütün ulûfeli kul taifesi), yapılacak ödemelerin aşırılığından tedirginlik duyan ve kendi dönemindeki (XVII. yüzyılın ilk yarısı) gelişmeleri sorgulayan Koçi Bey'deki rakamlara göre 92.000'den 200.000'e çıkmıştır (Rifa'at Ali Abou-el-Haj, Modern Devletin Doğası, s. 140). Maaş ödemeleri artan sayılar doğrultusunda önemli giderler olarak kalmıştır. 932 (1526) yılı itibariyle 7886, Kanûnî'nin ölümünden hemen sonraki (1567) artış neticesinde 12.798, 1018'de (1609) 39.282 ve 1660'ta 39.470'i İstanbul'daki kışlalarda, geri kalan 14.379'u vilâyetlerde bulunmak üzere toplam 53.849 kişi için yapılan ödemeler, verilen seneler itibariyle 15 milyon küsur akçeden 100 ve dolayısıyla 133 milyon küsur akçeye varmaktaydı (Murphey, Osmanlı'da Ordu ve Savaş, s. 38-39, 67-68). 1514-1680 zaman dilimi içindeki sayılar genelde 10-60.000 arasında değişmiştir (Ágoston, Barut, Top ve Tüfek, s. 50).
Ulûfe özel tanımlamasıyla anılan maaş ödemeleri, Nizâmülmülk'ün Siyâsetnâme'sinde askere verilecek maaşın üç ayda bir ödenmesi önerisiyle örtüşür (Papoulia, s. 60) ve muhtemelen bu uygulamanın ilham kaynağına işaret eder. Ancak maaş ödemelerinin hangi sebeplerden ötürü üç ayda bir (senede dört kıst) yapıldığına dair bir kayıt yoktur. Bunun finansman sıkıntılarından ziyade bürokratik sebeplere dayandığını ileri sürmek mümkündür. Maaş zammı talepleri erken tarihlerden itibaren ağırlığını hissettirir; 1446 Buçuktepe olayı ve 1481'de Fâtih'in ölümüyle başlayan fetret, o sıralardaki siyasî çekişmeden de cesaret bularak bunun açık bir isyan haline dönüşen ilk örneklerindendir. Seferlerde, cülûslarda maaşlara zam, terakki ve bahşiş talepleri giderek âdet haline gelen davranışlara dönüşmüş, II. Selim'in tahta çıkışı esnasında Belgrad ve İstanbul'da cereyan eden 1566 hadiselerinde olduğu gibi yeni padişahı ve devlet erkânını hiçe sayan davranışlar sergilenebilmiştir. 1514 seferinde güçlü bir padişahın vaktiyle kendisine taht yolunu açmış olan yeniçerilerin muhalefetiyle uğraşmak zorunda kalmasının (Emecen, Zamanın İskenderi, s. 114-117), hatta babası II. Bayezid'in sürekli huzursuzluk çıkaran yeniçerileri ortadan kaldırmayı dahi düşündüğü (Emecen, İmparatorluk Çağının Osmanlı Sultanları, s. 27), 1031'de (1622) ocağın üzerinde ebedî bir leke halinde kalacak olan II. Osman'ın tahttan indirilip katledilmesi faciasının (Tezcan, s. 115 vd.), 1703 asker-esnaf-şehirli ayaklanması neticesinde Edirne'deki II. Mustafa'nın hal'i, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi'nin ağır hakaretlerle katli (Rifa'at Ali Abou-el-Haj, 1703 İsyanı, s. 94 vd.), hatta yeniçerilerin açıkça Osmanlı hânedanından yüz çevirmeleri ve Garp ocakları misali içlerinden birinin seçimle iş başına geleceği bir "cumhur devleti" kurma seçeneğini tartışmalarının (Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Hanedan, s. 49), nihayet Lâle Devri'ne son veren 1730 isyanı gibi büyük ihtilâllerin (III. Ahmed'in hal'i, Sadrazam İbrâhim Paşa'nın idamı) habercisi gibidir. Yeniçerilerin zamanla güçlenen grup kimliği ve mensubiyet duygusu sıkı bir dayanışma içine girmeleriyle sonuçlanmış, birbirlerine hitap ederken kullandıkları "yoldaş" tabiri bu durumlarının işareti, ocak kazanlarını meydana çıkarmaları ise (kazan kaldırma) isyana niyetlendiklerinin göstergesi olmuştur. Taşrada ve özellikle merkezdeki bu askerî güç giderek sosyal ve politik tabanda kök salıp yönetimi de etkileyen başlıca unsur haline gelmiş, askerlik yeteneği zayıfladıkça siyasete müdahale ve siyasetçinin aleti olması hali kuvvet bulmuştur. Cevdet Paşa'nın Berlin sefiri Sadullah Paşa'ya yazdığı Ekim 1884 tarihli mektupta dile getirdiği "yeniçeriliğin Osmanlılar'ın iliğine işlemiş olduğu ve ocakların asabiyyet-i milliye makamına geçerek devlet işlerinin usul ve fürûunu istilâ ettikleri" ifadesi (Tezâkir, IV, 218-219) böyle bir olumsuz gelişmenin özrü gibidir. Bazı tarihçilerin, XIX. yüzyılda çağdaş bir devlet yapısı kurmaya yönelik yenilenme girişimlerindeki hayatî zarureti göz ardı ederek pek itibar ettikleri bu niteleme, dolayısıyla yeniçeriliğin toplumun ve devletin içine nüfuz etmiş bir asabiyet hassası, bir sivil toplum örgütü diye takdim edilmesi, ocağa ceberût devlet karşısında bir muhalefet kanadı olarak halkın koruyuculuğunu yakıştırmasıyla âdeta bir Robin Hood rolü biçilmesi herhalde romantik bir söylemin ötesine geçemez. Anadolu ve Rumeli/Balkanlar'da müslüman veya gayri müslim halkın ezilmesinde yeniçeriliğin olumsuz bir rol oynadığı açıktır. 1804'te Sırp ayaklanmasına sebebiyet verecek şekilde reâyânın baskı altında tutulmasında yeniçerilerin payı bu isyanda devletin Sırplar'ın yanında yer almasıyla sabittir (Aslantaş, s. 66 vd.). Yakıştırılan hangi niteliğiyle olursa olsun artık modern devlet yapılanması içinde yer almasına imkân bulunmayan yeniçeriliğin, ilgasından sonraki zaman içinde hızla unutulduğu da bir gerçektir. Nitekim asrın ikinci yarısından itibaren yeniçerileri hatırlayan -o da Deli Petro'nun Strelitz askerinin imhası (1698) kıyaslaması sebebiyle-, olumsuzluklarına dair kara bir tablo çizdiği Târih'inde yazdıklarını unutmuş görünen Cevdet Paşa dışında âdeta kimse kalmamış gibidir. Bu anlamda, yürüyüş tarzının garipliği içinde müzikal hiçbir özgün metninin günümüze intikal etmediği mehterlerinin dahi uydurularak ancak II. Meşrutiyet devrinde yeniden ortaya çıkarıldığını hatırlamak yeterlidir.
XVI. yüzyıldan itibaren hükümdarların iktidar ve konumu itibariyle artık marjinal ve sembolik bir hale geldiği, kamu hizmeti ve hükümetin günlük işlerinden el çektiği (Rifa'at Ali Abou-el-Haj, Modern Devletin Doğası, s. 72) zamanında yapılmış tesbitler olarak dikkat çeker. 988'den (1580) ocağın ilga tarihine kadar (1826) geçen zaman içinde yeniçeri nüfuzu altında devletin uğradığı var sayılan, hatta, "Osmanlı rejiminin esasları yeniden kurulmuştur" iddiasında bulunulmasına yol açabilen (Yaycıoğlu, s. 680) köklü değişimin ve piramidin tepesindeki konumunu kaybederek kendini yaygın bir idarî örgünün ortasında sıradan bir monark halinde bulmasıyla başlayan sürecin "ikinci imparatorluk" diye nitelenmesi (Tezcan, s. 192-193 vd.) âmil sebebi yine yeniçerilerin teşkil ettiği olumsuzluklara katkıda bulunması açısından önem taşır. Öte yandan "toplumsallaşan yeniçerilik" ile merkezin yenilenme girişimleri arasında eski-yeni mücadelesine dönüşen reform uygulamalarının "halkın hukuku ile devletin despotizmi" arasındaki bir çatışma olarak gösterilmesine, yeniçeri ihtilâllerinin "Osmanlı anayasal mücadelelerinin bir parçası" ve yeniçeri merkezli muhalefetin aslında "aydınlanmacı despotizme karşı kolektif hak arama mücadelesi" olduğu tarzındaki mesnetsiz iddialar (Yaycıoğlu, s. 682) yabancı elçilik mensuplarının gözlemleriyle desteklenmek istenmektedir. Nitekim Avusturya elçiliğinde 1802'den beri "dil oğlanı" olarak vazife gören ve 1822'de bizzat elçi olarak tayin edilen (Krauter, s. 5, 83) Franz von Ottenfels'in Kasım 1808 tarihli raporuna yapılan atıf bu anlamdadır. Ottenfels, Yeniçeri Ocağı'nı "Osmanlı halkının çekirdeği ve onun devlete karşı özerkliğini sağlayan silâhlı gücü" olarak takdim etmekte, yeniçerileri daha çok "cumhuriyetçi bir zihniyete, Nizâm-ı Cedîd'i ise mutlakiyetçi despotik ilkelere meyyal" göstermektedir (Yaycıoğlu, s. 667, 682). Ancak meseleye, nefret edilen ve amansız bir savaş sürdürülen Fransa ve onun bütün monarşileri tehdit eden ihtilâl fikirlerinin etkisi altında bakan Ottenfels'in bu durumda yeniçerileri, meşrû hükümdarları tahtından eden ve ezilmeleri için savaşılan ihtilâl Fransa'sının kendi krallarının kafasını kesen cumhuriyetçilerine benzettiği, dolayısıyla aslında olumsuz bir kimlik çizdiği açıktır. Kaiser Franz'ın birkaç ay sonra İmparator Napolyon'a savaş açacağı bir dönemde (Krauter, s. 33) başka bir şey söylemesi de esasen beklenemezdi. Alemdar Mustafa Paşa'nın öldürülmesinden (16 Kasım 1808) sonra yeniçerilerin uzun bir idam listesini geri çeviren ve içinde bulunduğu o zor anda dahi belirli bir asabiyet ortaya koyan II. Mahmud'un ocağın varlığını devam ettirmesine karşı olmadığını, ancak kendilerinden mutlak bir itaat beklediğini, aksi halde başşehri Anadolu'daki bir yere taşıyacağını ifade ettiğine dair yine Ottenfels'e ait olan bilgilendirme (Krauter, s. 32), "esnaf takımından ricâl huddâmına kadar halkının neredeyse yarısının ocağa kayıtlı olduğunu ve hiçbir iş yapmadan ulûfe aldıklarını" belirttiği İstanbul'da (a.g.e., s. 19) yine kendi ifadesiyle "yeniçeri partisi"nin mutlak gücü ele geçirmiş olması sebebiyle ayrı bir önem taşır. Bu durumda, klasik dönem sonrası yeniçeriliğinin halkın hak ve hukukunu korumaktan ve benzer meziyetleri taşımaktan ziyade kendi grup çıkarları doğrultusunda, hayatî bir gereklilik arzeden her türlü reformcu açılımlara, başka bir deyişle düzen değişikliğine karşı kazan kaldıran silâhlı bir örgüt seviyesine düştüğü sonucuna varılması daha isabetli ve eldeki verileri zorlamayan daha gerçekçi bir tanıdır.
Silâh ve Eğitimleri. I. Kosova Savaşı'nda (791/1389) sayıları 2000 kadar olan yeniçeriler ok ve yayla silâhlandırılmıştı. Ateşli el silâhlarıyla tanışmaları II. Murad zamanında, çoğunun ateşli silâhlara geçmesi ise XVI. yüzyılda gerçekleşmiştir. Tüfek cinsi ilkel bir ateşli silâhın ilk defa II. Kosova Savaşı'nda (852/1448) kullanıldığına dair bir kesinlik vardır (Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Savaş, s. 34). Öte yandan daha 1455 gibi erken tarihlerde özellikle serhad kalelerinde "tüfenk-endâz" yeniçeri askerlerinin yerleştirildiği bilinmektedir. Novaberda (Novabrdo) Kalesi'ne konuşlandırılan diğerleri yanında on yeniçeri tüfekçisi muhtemelen bu anlamda ilk tüfekçi birliğidir. İdrîs-i Bitlisî'nin, Fâtih Sultan Mehmed devrinin askerî teşkilâtından söz ederken tüfekçi yeniçeri askerlerinin düşmana korku saldığını kaydetmesi, bu gelişmeyi doğrular (a.g.e., s. 35-36, 38). 1526 Mohaç Savaşı'nda 4000 tüfekli yeniçeri yer almaktaydı. Kanûnî Sultan Süleyman'ın 1533 Irakeyn Seferi'nde önden yola çıkan Sadrazam İbrâhim Paşa'nın yanında uzun ve kısa namlulu tüfek taşıyan yeniçeri sayısı 1020 idi; arkasından gelen Kanûnî'nin yanında yine yeniçeriler için 1000'i uzun namlulu 4000 tüfek bulunuyordu (a.g.e., s. 41). Avrupa'da zamanında bu seferle ilgili yapılan neşriyatta ise muhtemelen 10.000 katılım içinde 9000 yeniçerinin tüfekli olduğuna yer verilmekteydi ki (Ágoston, Barut, Top ve Tüfek, s. 47) bunun moral bozucu bir haber olduğu bellidir. Bununla beraber ok ve yay hükmünü 1650'lere kadar sürdürmüştür. Fâzıl Ahmed Paşa'nın 1663-1664 seferinde cebehâneden 11.000'e yakın tüfek ve 861 yay (56.000'den fazla ok) verilmesi ateşli silâh ağırlıklı donanıma işaret eder. Mohaç'ta sıralar halinde ardarda dizilen yeniçerilerin peş peşe açtıkları salkım saçak ateşi ölümcül etkiler vermiş ve topçuların isabetsizliği yanında nihaî zafere ulaşılmasını sağlamıştır (a.g.e., s. 46-47; Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Savaş, s. 180-200). Bu durumda Avrupa'da olduğu varsayılan askerî devrimden bağımsız ve çok daha erken tarihlerde Osmanlı'nın kendi devrimini yaptığını söylemek mümkündür.
Yeniçeri ağasına yazılan Ocak 1552 tarihli hükümden de anlaşılacağı üzere yeniçeriler haftada bir defa tâlimle tüfek kullanma yeteneklerini epey erken tarihlerden itibaren geliştirmekle yükümlü tutulmuştu (Káldy-Nagy, XXXI/2 [1977], s. 167). Bununla beraber bu XVII. yüzyılın başlarında terkedilmiş ve sadece büyük seferlerden önce tüfek tâlimi yaptırılmaya başlanmıştır. Beylerbeyilere gönderilen hükümlerden eyaletlerdeki yeniçerilere de atış tâlimi eğitimi verilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır; ancak bunların sıkça tekrarının sistemin bozulmaya yüz tuttuğuna işaret ettiği de açıktır. Yine de XVI. yüzyılın sonlarına kadar Avusturya ordusundakilerden daha uzun olduğu belirtilen arkebüz tüfeklerini maharetle kullanabilmişlerdir. Öte yandan karşı tarafın bu zafiyetini süratle giderdiği 1596 Haçova Muharebesi'nde ortaya çıkmış, top ve arkebüz kullanımında Osmanlılar'ı aştıkları gözler önüne serilmiştir. Düşman askerinin çoğunun piyade ve tüfek donanımlı (tüfenk-endâz) olduğu artık daha sıkça kayıtlara geçmeye başlamıştır. Düşman cephesindeki gelişmelere cevap verebilme beklentisiyle reâyâdan sekban, saruca veya tüfenk-endâz adıyla anılan, kaynaklarda genelde levent diye geçen silâhlı piyade birlikleri oluşturulmaya çalışılmış, ancak bu husus yeniçeri askerinin kalitesini düşürmüştür. 1593-1697 arasında cereyan eden büyük savaşlardan yalnızca iki zafer (1596 Haçova ve 1664 Sent Gothar) ve on iki yenilgiyle çıkılmış olması bunun göstergesidir. Yine de muhasara savaşlarında üstünlük daha uzun bir zaman Osmanlılar'ın elinde kalmıştır. 959 (1552) Tımışvar, 1566 Sigetvar, 1596 Eğri, 1600 Kanije fetihleri buna iyi birer örnek teşkil eder (Ágoston, Barut, Top ve Tüfek, s. 49, 61). Tüfekli yeniçeri askeri, Osmanlı komşuları içinde 1578-1590 yıllarında Azerbaycan'ın denetimi amacıyla sürdürülen savaşlar esnasında İran tarafından örnek alınmıştır (EI2 [İng.], XI, 324). Tüfekli asker oluşumu İran yanında ayrıca en çok Ruslar'ın dikkatle takip ettiği bir konu olmuştur. Bilhassa IV. İvan dönemi (1530-1584) askerî örgütlenmelerinde Osmanlı ordu teşkilâtı taklit edilmek istenmiştir. Yeniçerilere benzeyen tüfekli asker ihdası bu anlamdadır. Bunların sayısı 1560'larda 12.000'e varmıştır. Yeniçerilere olan bu benzerlik pek çok tarihçi yanında bizzat Deli Petro tarafından vurgulanmıştır (Davies, s. 161-163; Ágoston, XII/2 [2011], s. 292 vd.).
Ocak Yönetimi ve Yapısal Özelliği. Yeniçeri Ocağı'nın bünyesindeki gelişmeler doğrultusunda teşkilât ve yönetimi de çeşitli değişikliklere uğramış, zamanla tekemmül etmiştir. Kendi içinde idarî ve adlî sahada özerk bir yapıya sahip bulunan Yeniçeri Ocağı yeniçeri ağası tarafından idare edilmekteydi ve ocak içindeki her türlü yaptırım gücü onun başkanlığındaki yetkili kurulun (ağa divanı) elinde toplanmıştı (Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 397). Bu anlamda yeniçerilerin kovuşturma ve gereğinde cezalandırma işlemleri de ancak yeniçeri ağasının emriyle yerine getirilir, padişah dahil sivil iktidarın müdahalesi ancak ağa vasıtasıyla icra edilirdi. Cezalandırılmalar ve infazlar gizlice uygulanırdı. XVI. yüzyılın sonlarına kadar bizzat padişah tarafından azledilmeleri söz konusu olan, bu işin sadrazamlar tarafından icrasının hoş karşılanmadığına dair kayıtların yer aldığı yeniçeri ağalarının tayini ilk dönemlerden itibaren genelde sekbanbaşılardan yapılmıştır. Bu duruma II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim zamanlarında son verildiğine dair iki kayıt bulunmaktadır. Uzunçarşılı'ya göre sekbanbaşılıktan yeniçeri ağalığına getirilen Bayezid Ağa'nın yeniçerileri tahrik etmesi yüzünden bunların ağalığa geçmelerine son verilmiştir (a.g.e., I, 192). Benzer bir hadiseyi Hammer (GOR, I, 727), Yavuz Sultan Selim zamanı için anlatmaktadır. 1514 seferindeki isyankâr hareketleri ve bazı ricâlin kendilerini desteklediğine dair tahkikatı ısrarla sürdüren padişah, nihayet diğer suçlular yanında ocağın ağası Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa'yı da idam ettirir (8 Receb 921 / 18 Ağustos 1515) ve o zamana kadar uygulanan sekbanbaşılarının ağa olması usulünden vazgeçerek sarayda güvenini kazanan Mîr-i Alem Yâkub Ağa'yı yeniçeri ağalığına tayin eder (28 Receb 921 / 7 Eylül 1515); bundan sonraki tayinler kul kethüdâsı, zağarcıbaşı, saksoncubaşı, turnacıbaşı olarak sıralanan katar ağaları içinde silsile yürütülüp yapılmaya başlanır (a.g.e., a.y.). II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim devrindeki yeniçerilerin uygunsuz hareketleri göz önüne alındığında bu iki kaydın birbiriyle örtüştüğü görülür. Ocak içinde oluşan bu usule daha sonraki dönemlerde genelde riayet edilmiştir. Bozulma dönemlerinde kendi iç merâtibinden hareketle yapılan ağa tayininin ocağın denetim altında tutulmasında zafiyet doğurduğuna, I. Mustafa ve II. Osman hadiselerindeki tahta çıkarma, tahttan indirme ve padişah katliyle sonuçlanan isyanlarda o sıralardaki yeniçeri ağalarının ocak içinden gelmiş olmasının da payı bulunduğuna dair yapılan değerlendirmeler (Naîmâ, II, 487; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 178) bu anlamda önemlidir. Nitekim beğenmedikleri ağalara -muhtemelen eski isimlerinden hareketle- lakap takmaları (Hasan Ağa için "Apostol", Halil Ağa için "Vasilaki", 998/1590) disiplin gevşekliğine delâlet eden emârelerdendir (Selânikî, II, 220-221, 278). Bununla beraber fevkalâde hallerde ve sivil iktidarın kendini güçlü hissettiği yahut askerî kesimin kusurlu görüldüğü durumlarda kaide hükmüne girmiş uygulamaların dışına çıkılabilmekteydi. Ocağın ilk ağasının kim olduğunun kuruluşun aşamalar halinde gerçekleşmesinden ötürü tesbit edilmesi güçtür. Ocağın son ağası ise Mehmed Celâleddin Ağa olup (ö. 1863) bu zat ilga hadisesinden sonra daha uzun yıllar yaşamış ve Şeyhülislâm Seyyid Mehmed Sâdeddin Efendi zamanında (1858-1863) Bâb-ı Meşîhat'taki bir mürâfaada kendini ifşa etmesiyle tanınmış ve almakta olduğu aylık 1000 kuruşluk cüzi emekli maaşı 7500 kuruşa yükseltilerek ömrünün son senelerinde rahat etmesi sağlanmıştır (Cevdet, Târih, XII, 170). Kanunnâmeye göre yeniçeri ağaları iş başında iken genelde 500 akçe yevmiyeleri, senede 8000 kuruş koyun emanetinden gelirleri, Tuna Yalısı'ndan yıllık 50.000 akçelik zeâmetleri, ayrıca yeniçeri beytülmâlinden sülüsleri ve Ağakapısı'nda haremli hususi ikametgâhları bulunmaktaydı (Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 179; ayrıca bk. AĞAKAPISI). Terfi edip ağalıktan ayrılmaları halinde XVI. yüzyılda umumiyetle kaptan-ı deryâ veya beylerbeyi olurlardı. Vezirliğe ve paşalığa (ağa paşa) yükselmeleri, nihayet sadrazamlığa gelmeleri, eski düzen ve uygulamaların geçerliliğinin kalmadığı dönemlerde sıkça rastlanan örneklerdendir. Emekli (oturak) olduklarında ek gelirlerini kaybetmekle beraber kendilerine XVIII. yüzyılın sonu ve XIX. yüzyılın başlarında 100-200 kuruşluk bir aylık gelir bağlanırdı. Bu da III. Selim zamanında mühendishâne hocalarının diğer maaş ve ücretlere oranla yüksek sayılması gereken aylık gelirleriyle örtüşen bir meblağdır.
Yeniçeri ağasından sonra gelen ocak ağaları veya belirli bir merâtip takibinden ve terakkilerde silsile yürütülmesinden ötürü yeniçeri argosunda "katar ağaları" diye de anılan üst kademedeki ocak zâbitleri yeniçeri kâtibi, ocak imamı, solakbaşı, bölükbaşı, baş yayabaşı, kethüdâ yeri ağa, muhzır ağa, başçavuş ağa, haseki ağa, turnacıbaşı, saksoncubaşı, kul kethüdâsı gibi isimler taşır (Özcan, Türkler ve Askerlik, s. 258 vd.). Bunlar yeniçerilikten yetişerek ocağın yönetiminde birinci derecede yetkili ve ocaktan sorumluydular. Yeniçeri efendisi de denilen yeniçeri kâtibi Yeniçeri ve Acemi ocaklarının maaş ve esâme kayıtlarının tutulduğu kalemin âmiri ve Ağa Divanı'nın üyesi olarak buradaki davalarda yargılama görevini üstlenirdi. Bundan dolayı katar ağaları kadar önem taşır ve diğerlerinden önce gelirdi. Şehrin inzibatî meselelerinin halledilmesi yolunda üstlendiği vazife yanında yeniçeri ağaları protokoldeki üst konumlarının da göstergesi bağlamında selâmlık merasimlerinde padişaha refakat eder, bu haklarına kararlılıkla sahip çıkarlardı. 5 Nisan 1805'te Selimiye Camii'nin ibadete açılışı münasebetiyle III. Selim'i Nizâm-ı Cedîd askerinin selâmlayacağı söylentileri büyük bir hoşnutsuzluk yaratmış ve açılışın iptaline yol açmıştır. Ocağın ilgasını takip eden ilk selâmlık resminde ise (16 Haziran 1826) padişahı selâmlama görevi topçu ve humbaracı birliklerine havale edilmiştir. Yeniçeri ağası ulûfe dağıtımı, özellikle bunun bir elçinin huzura kabulüne denk düşen galebe divanlarında katar ağalarıyla beraber devlet sarayındaki merasimin baş aktörleri arasında yer alırdı. Ramazan aylarının on beşinde yeniçerilere dağıtılan binlerce tepsi baklava ocağa gösterilen itibarın masraflı bir nişanesiydi. Yabancı elçiliklerin korunması vazifesi de yeniçeri ağalarının görevleri arasındaydı. Ağanın padişahın bizzat çıkmadığı seferlerde yer almaması âdeti XVI. yüzyılın sonlarına doğru Sinan Paşa'nın sadâreti esnasında terkedilmiş (1594) ve dönemin yeniçeri ağası Lala Mehmed Ağa sefere katılarak bir ilki başlatmış (Naîmâ, I, 70), XVIII. yüzyılın son çeyreğindeki Rus ve Avusturya savaşlarında paşa rütbesini alıp serdarlık vazifesini yürütmeleri sıkça görülür olmuştur.
Kışlak tabir edilen yeniçeri odaları fetihten önce Edirne'deydi. İstanbul'da Eski ve Yeni Odalar adı altında iki kışlaları bulunan yeniçerilerin koğuşlarına "oda" denilirdi. Ahşap ağırlıklı inşa edilen, asker olmayanlar için içeri girişin yasaklandığı bu binalar 1826'daki ilga hadisesinde tamamen tahrip edilerek yakılmıştır. Yeniçeri taburlarına "orta" (bölük), kumandanlarına genelde "çorbacı" adı verilmekteydi. Orta sayısı zamanla artmış, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde 165'e çıkmış, nihayet 196 sayısında sabit kalmıştır. Bununla beraber bu sayı I. Mahmud döneminde (1730-1754) 199 olarak gösterilmektedir (İzzî, s. 254). Fâtih Sultan Mehmed devrinden beri zorunlu gelişmeler ocağın 196 orta halinde üç ana grup altında toplanması sonucunu vermiştir. 1. Cemaat veya piyâdegân. Fâtih'in ilk dönemlerinde ihdas edilmiş ve sayıları zamanla 101 ortaya çıkmıştır. 2. Sekban. Sarayın av köpeklerine bakmak üzere oluşturulan küçük bir ocak olup zamanla otuz dört ortaya çıkmış, Fâtih tarafından Yeniçeri Ocağı'na ilhak edilmiştir. 3. Bölük veya ağa bölükleri. II. Bayezid devrinde oluşmaya başlamış ve zamanla altmış bir ortaya çıkmıştır (EI2 [İng.], XI, 323). Yeniçeri Ocağı'nın süvarileri ise Altı Bölük Ocağı adıyla teşkilâtlanmış bulunuyordu (bk. ALTI BÖLÜK).
Odaların mevcudu ilk zamanlarda altmış yetmiş kişiden ibaretti. Bu sayı daha sonraları 100 kişiyi bulmuştur. Yeniçeri Kışlası'nın ortasında yer alan cami Orta Cami (Câmi-i Miyâne) adıyla anılır ve imam, hatip, müezzin gibi görevlileri yeniçerilerden teşekkül ederdi. Bu cami aynı zamanda bir meşveret mahalli, isyan günlerinde merkez gibi de kullanılmış, II. Osman tahttan indirildikten sonra burada amcası Sultan Mustafa ile beraber bulunmuştur (9 Receb 1031 / 20 Mayıs 1622). Yeniçeri kıyafetleri devlet tarafından temin edilmekle beraber yemek masrafları ortalarda aşçılar vasıtasıyla ve herkesin katılımıyla toplanan paralarla karşılanırdı. Dayanışma fonu olarak maaşlardan kesilen paraların toplandığı ve faizle işletildiği orta sandığı yeniçerilerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak üzere borç almaları için kullanılırdı. Yeniçeri ortaları çeşitli amaç ve hizmetlerin ifası için İstanbul dışında da görevlendirilmiş veya kalıcı olarak yerleştirilmiştir. Yeniçeriler arasında sıkı bir dayanışma ve yoldaşlık hukuku hâkimdi; bundan dolayı ocak halkı dışarıya kapalı bir kurumun mensubuydu ve her türlü tehdit karşısında ortak korunma refleksi gösterirlerdi. Bundan dolayı padişah dahil bütün devlet adamları ocağı karşılarına almaktan kaçınırdı.
Yeniçerilerin Anadolu'da Kolluk Gücüne ve Genelde Sosyal ve Siyasal Bir Organ Haline Dönüşmeleri. Yeniçeri Ocağı'nın XVII. yüzyıldan itibaren gerileme ve bozulma dönemine girdiği var sayılmakla beraber bu, daha ziyade ocağın durumunun bir önceki yüzyıl ile kıyaslanmasından kaynaklanmaktadır. Bozulmanın önemli bir sebebi olarak gösterilen yeniçerilerin piyasaya açılmaları, yakıştırılan deyişiyle esnaflaşmaları, dolayısıyla başta ticaret olmak üzere askerlik dışında işlerle uğraşmaları aslında XVI. yüzyılın sonlarında başlayan bir gelişmedir (Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 29-37). Nitekim Yeniçeri Ocağı'nın piyasaya hâkim esnaf camiası arasında yer almalarının sefere çıktıklarında pazarcı kıtlığına yol açacak boyutta olduğu, dönemin tarihçisi Selânikî tarafından dile getirilmiştir (1596). Selânikî, yeniçerilerin sefere çıkması sebebiyle şehirde esnafın azalmasından ötürü başlayan pahalılıktan söz eder ve bunun pazarcıların hepsinin asker kökenli (sipahi, yeniçeri, cebeci, topçu ve arabacı) ve onların ortağı veya sermayedarı oluşundan kaynaklandığını belirtir, böylece yeniçerilerin esnaflaşmasıyla ilgili yargılara geçerlilik kazandırır (Târih, II, 515-516; ayrıca bk. Tezcan, s. 198 vd.).
Geçen yüzyıllardan beri ocağın bozulma sebepleri şeklinde ileri sürülenlerin artık ana etken olma anlamında büyük ölçüde geçerliliği kalmamıştır. Ocağa yabancı (Türk/ecnebi) girmesi, böylece eski itaat ve disiplinin kaybolması, devşirme sistemine dayanan özgün halinden uzaklaşması, yeniçerilerin evlenip çoluk çocuğa karışmaları, ticaretle uğraşmaları, bunun neticesinde askerlik ve tâlimden uzak durmaya başlamaları bu tür sebeplerin başında yer alır. Yeniçeri Ocağı'nın rolünü pek abartmış olan Avrupalı yazarlar da ocağın devşirme kökenine, dolayısıyla hıristiyan karakterine vurgu yaparak bozulmayı özellikle devşirme usulünün terkedilmesiyle açıklamayı tercih ederler, hatta önemli muharebelerin kazanılmasındaki başlıca unsur olarak yeniçerileri öne çıkarırlar. Bu bağlamda meselâ Çaldıran zaferi hıristiyan kökenli yeniçerilerin Şah İsmâil'in Türk kökenli askerlerine, yani hıristiyanların Türkler'e karşı kazandıkları bir zafer şeklinde takdim edilir (Kreiser – Neumann, s. 265).
Bağlamından koparılarak tek başına öne çıkartılan gerekçelerle ocağın bozulma sebeplerinin ortaya konulmasına imkân yoktur. Bu hususta çeşitli sebeplerin karşılıklı etkilerinin hesaba katılması gerektiği ve bir kurumun tek başına ele alınıp yalnızca kendi kanunlarına dayanarak açıklanmaya çalışılmasının yanıltıcı sonuçlar vereceği daha 1947'de yazdığı bir makalede Mustafa Akdağ tarafından dile getirilmiş (DTCFD, V [1947], s. 292), fakat bu fazla dikkate alınmamıştır. Akdağ'a göre ocağın ilk zamanlardan itibaren oluşmuş bir kanunnâmesi veya herhangi bir padişah tarafından konulmuş bir metni mevcut değildir, dolayısıyla ihtiyaç duyuldukça konulan hükümlerin zamanla kanunnâme şekline sokulmuş olması söz konusudur. Bunların müstakil şekilde tedvin edilmiş geç tarihli (I. Ahmed devri, 1603-1617) tek örneği olan Kavânîn-i Yeniçeriyân ise daha çok Yeniçeri Ocağı'nın bozulma sebeplerini anlatan ve eski düzene geçilmesi için başta devşirme sisteminin ihyası olmak üzere neler yapılması gerektiğini sıralayan, içerik bakımından kanunnâmeden ziyade siyâsetnâme özelliği taşıyan bir metindir (Sunal, Nizâm-ı Kadîm'den Nizâm-ı Cedîd'e, s. 500-501). Kanun zarureti XVI. yüzyılın sonlarından itibaren duyulmaya başlanmış, olumsuz gelişmelerin eski dönemleri idealleştirip yeniliklerin bid'at sayılmasına yol açmasından ötürü kadim kanunların ihyası talepleri bu yüzyıldan sonra genel bir söylem halini almıştır (Akdağ, V [1947], s. 293).
Kanûnî Sultan Süleyman'ın şehzadeleri Bayezid ve Selim arasında geçen taht mücadelesi (966/1559) ve Bayezid isyanının bastırılmasından sonra, çok daha önceleri serhad kalelerinde müstahfız olarak vazifelendirildiğine değinilen yeniçerilerin yasakçı ve korucu adı altında Anadolu'nun her tarafına yerleştirilmeye başlanması zamanla önemli sonuçlar veren bir uygulama halini almıştır. Buralardaki yeniçeriler çeşitli sebeplerle kalıcı duruma gelmiş, vilâyetlerde güvenlik giderek timarlılardan alınıp ocaklıya havale edilmiştir. Timar sisteminin işlevini kaybetmesi sebebiyle meydana gelen boşluğun doldurulması işinin kapıkullarına yüklenmesi bunların eski kanunlarına riayet etmelerini daha da zora sokan bir gelişmedir. Öte yandan ocağın zamanla artan asker sayısının devşirme sisteminin kısıtlı imkânlarıyla karşılanması da artık mümkün değildi, böylece devşirme kaynağı dışından asker temini kaçınılmaz hale gelmişti. Bu sebebe dayanan bir bozulma sürecinin ise daha Kanûnî devrinde başladığı bilinmektedir. Bozulmanın başka bir önemli sebebi olarak gösterilen yeniçerilerin esnaflaşması da ekonomik gelişmeler ve fiyat hareketleri çerçevesinde ele alınmalıdır. Maaşlar ve hayat pahalılığı ilişkisinin uzun bir zaman dilimi içerisinde birincisi aleyhine bir gelişme katettiği gözlenebilmektedir. I. Murad zamanından III. Murad devrine kadar yaklaşık iki asır içinde her şeyin değerinin en az on misli artmasından hareketle II. Murad döneminde günde 2, III. Murad döneminde 7 akçe olan yeniçeri maaşının fiyatlardaki artışa cevap verebilecek derecelerde yükseltilmesi halinde günde en az 20 akçe olması gerekeceği hesaplanmıştır (a.g.e., V [1947], s. 298). Bu hesap ilk devirlerden itibaren yürürlükteki sistemin, özellikle XVI. yüzyıllarda kendini hissettiren pahalılık ve bununla bağlantılı biçimde ortaya çıkan sosyal ve ekonomik sıkıntılar yüzünden artık ayakta kalmasına imkân olmadığını açıkça göstermektedir. Ortaya çıkan pahalılık ve yetersiz kalan ulûfeler meselesi, III. Selim döneminde teşkil edilen tâlimli askerin gerekliliğini ele alan risâlelerde de yer almaya devam etmiştir.
XVII. yüzyıl İstanbul kadı sicillerine dayanarak İstanbul esnafı hakkında yapılan bir çalışma, yeniçerilerin esnaflaşmasının bu yüzyıl başından itibaren büyük bir ivme kazandığı ve yüzyılın ikinci yarısından sonra esnaf ve zanaatkâr olarak loncalarda temsil edildiklerini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Öte yandan askerlikle ilgisi bulunmayan pek çok kişinin vergilendirme, yargılama ve toplumsal konum itibariyle pek çok faydayı beraberinde getirmesinden ötürü kendini Yeniçeri Ocağı'na kaydettirmeye çalıştığı bilinmektedir. Esnaf kefalet defterleri üzerine yapılan çalışmalar bu anlamda da ilginç sonuçlar vermektedir. Nitekim bu defterlere kayıtlı dükkân sahibi İstanbul esnafının bir kısmının adres olarak Yeniçeri Ocağı'nı göstermesi, hatta bazan hangi bölüğe mensup bulunduklarını da belirtmesi, bunların Yeniçeri Ocağı'na yalnızca ismen kayıtlı olmadıklarını ve ocakla bağlantılarının fiilen devam ettiğini açığa çıkarmıştır. Esnafın da kethüdâ, yiğitbaşı gibi yöneticilerini genelde ocak halkından seçmeyi tercih etmesi, yeniçeri nüfuzundan faydalanmak istediklerini göstermektedir (Kırlı, s. 196-197). Yeniçerilerin ticaret ve zanaatla uğraşmaya başlamasının ilk başlarda loncalar ve esnaf tarafından iyi karşılanmadığı düşünülebilir. Bazı yeniçerilerin piyasa şartlarını hiçe sayarak ticarette kaba kuvvet kullanıp para kazanmaya çalışması ve yeniçeri statüsünün getirdiği imtiyazların haksız rekabete yol açması büyük ihtimalle bunun başlıca sebebini teşkil etmekteydi. XVII. yüzyılın ikinci yarısında bu tip gerginlikler azalmış, hem yeniçerilerin esnaflaştığı hem de esnafın yeniçerileştiği iki yönlü bir süreç sonucunda İstanbul'un ticarî hayatında ve loncalarda esnaf yeniçerilerin varlığı artık kabul edilen bir gerçek haline gelmişti (Sunal, Nizâm-ı Kadîm'den Nizâm-ı Cedîd'e, s. 502).
Esnaflaşmanın ekonomik bakımdan kaçınılmaz duruma gelmesinin yanında Anadolu'da asayişin sağlanması, suçluların takibi ve mahkemelere sevki de yeniçeri yasakçılarına havale edilmiş, dolayısıyla fiilî idare giderek timarlıların yerini alan ocak halkının eline geçmiştir. Öte yandan az sayıda olsa da çok daha erken tarihlerde dükkân kiraladıklarına (1490) veya toprak sahibi olduklarına (927/1521) dair örneklemeleri olan (Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 33-34) ekonomik boyutlu gelişmeler şehir-köy-kasaba düzeyinde yerleşmeleri, çiftlikler kurmaları ve ticaret yapmalarıyla genellik bulmuştur. Özellikle Anadolu zamanla kapıkulu olma iddiasıyla ortaya çıkan, huzur ve asayiş bozan, askerî imtiyazı kötüye kullanan bir kalabalığın ziyankârlığına mâruz kalmış, Akdağ'ın ifadesiyle vilâyetlerde yeniçerilerin yerleşmeleri halk-devlet ilişkilerinde sıkıntı yaratmıştır (DTCFD, V [1947], s. 297-301). Ocağın sosyal bir katman şeklinde halk arasında yer etmesi giderek daha da yaygınlık arzetmeye başladığında yeniçerilerin devşirme kökenli klasik yapılarına ve eski durumlarına benzer bir yanları esasen çok zamandan beri kalmamış bulunuyordu.
Olumsuzluk İmajının Yerleşmesi. Yeniçerilerin ana yerleşim merkezleri olarak İstanbul'daki konumları özellikle önem taşır. Şehrin ortasında (Şehzadebaşı-Aksaray-Horhor) yer alan büyük kışlaları Eski ve Yeni Odalar diye bilinir. Acemi oğlanı kışlaları da bunlara komşudur. Evlenmeler yaygınlaştıkça şehrin çeşitli mahallelerinde kiralık evler giderek artan yeniçeri aileleriyle dolmaya başlar. Hanlar, bekâr odaları ve kahvehaneler diğer pek çok yeniçerinin veya onlarla aynı hakları maaşsız paylaşan yeniçeri taslakçılarının, kapağı ocağa atmak isteyen işsiz güçsüzlerin, çeşitli kanunsuzluklara karışanların, hatta çıkacak ilk siyasî kargaşanın nimetlerinden faydalanmayı bekleyen şehrin avam kalabalığının çekim merkezi olur. Ticarethanelere, esnafın iş yerlerine, limanlara yanaşan gemilere himayeye alma adı altında kendi özel işaretlerini asarak (balta asma) her ortanın kendi haraç kaynağını belirlemesi gibi uygunsuzluklar, ev soygunları, her türlü hırsızlık yeniçeri isminin yanında daha sık yer almaya başlar. Zaman zaman şahit oldukları veya duyumunu aldıkları tecavüzcülerin hakkından gelmek üzere kılıcına el atarak bizzat infazda bulunan padişahların (Beydilli, Nizâm-ı Kadîm'den Nizâm-ı Cedîd'e, s. 44-45) IV. Murad'ı hatırlatır tarzda kol gezmesi yeniçeri adına olumsuzluklar yükleyen kanlı izler bırakır. Devlet hazinesinin büyük malî kayıplara uğramasına, iş ve mal sahiplerinin hoşnutsuzluk ve mağduriyetine yol açtığından III. Selim devrinde İstanbul'da 500 kadar meyhânenin kapatılması, buralarda "devlet sohbeti" yapılmasından ziyade özellikle asayiş konusunda atılan bir adım şeklinde değerlendirilmelidir (Kırlı, Nizâm-ı Kadîm'den Nizâm-ı Cedîd'e, s. 184, 186). Şehirde sıkça görülen yangınlar ise genelde kundaklama eseri olarak ve belirli bir hoşnutsuzluğa işaret etmek üzere yeniçerilerin vebalinde kalır. Protestolarını, devlet ricâline yöneltilen tehditlerini yazılı kâğıtlar halinde sağa sola, cami duvarlarına ve halkın çokça dolaştığı yerlere bırakması XVIII. yüzyılın sonlarına doğru daha sık görülen bir yenilik olur (Sarıcaoğlu, s. 249-250). Yeniçerilik şehrin külhanî kültürünün ve kendine özgü edebiyatıyla argosunun kaynağını oluşturur. Semer devirme, baklava alayı, hamam baskını, balta asma, yeniçeri kahvehaneleri, hâne-konak baskınları, her türlü tecavüz ve her türlü rezalet yeniçeri şehir eşkıyalığının kara safhasını teşkil eder (Koçu, s. 289 vd.).
XVIII. yüzyılın son çeyreği Küçük Kaynarca (1774), Kırım'ın Rusya tarafından ilhakı (1783), Ziştovi (1791) ve Yaş (1792) antlaşmalarıyla bitecek olan, 1768'de başlayan bir dizi savaşla geçmiş ve yeniçeri ordusunun askerî bir değeri kalmadığını gözler önüne sermiştir. Başta dönemin resmî tarihçilerinden ordu ile beraber sefere katılan Enverî ve Vâsıf olmak üzere kayda geçirilen askerlikle alâkasız davranışları 1768'de başlayan seferin daha ilk anlarında görülmeye başlanmıştır. Dönemin büyük askeri Prusya Kralı II. Friedrich'in biraz da alaycı bir tavırla Ruslar'ın pek iyi durumda olmadıklarına telmihen dile getirdiği "körlerle tek gözlülerin savaşı" yakıştırmasında kastedilen tek gözlülük hali yine de Ruslar'ı nihayet Karadeniz'e açılacak, daha sonra ilhak etmek üzere Kırım'ı önce bağımsız hale getirecek ve ağır bir savaş tazminatı kabul ettirecek derecede güçlü kılmaktaydı. Kırım'ın ilhakının resmen tanınması (Ocak 1784) ve hemen savaşla mukabele edilememesinin başında askerî zafiyet gelmekteydi. Bu sırada Yeniçeri Ocağı'nın durumu hakkında yapılan bir inceleme ocakta 5000 kadar aktif efrâd yanında üçte birini yeniçeri emeklilerinin teşkil ettiği, geri kalanların "kapılı" tabir edilen devlet ricâlinin hizmetkârlarından oluşan toplam 40.000'in üzerinde emekli bulunduğunu göstermiştir (Sunal, Nizâm-ı Kadîm'den Nizâm-ı Cedîd'e, s. 509). Bunun anlamı, büyük maaş ödemelerine rağmen silâh altında toplanan yeniçeri sayısının fevkalâde az olduğudur; üstelik İstanbul'dan çıkan ordu daha Edirne'ye varmadan bunların önemli bir kısmı zaten firar etmekteydi. Rumeli âyanlarının bin bir niyazla gönderdikleri kuvvetlerin âhenksiz nizamı içinde teknik savaşın gereğinin yerine getirilmesi zaten beklenemezdi. Bu durumda 1787-1788'de başlayan iki cepheli savaşta Avusturya'nın zafiyetinden kaynaklanan zaferler, Rusya cephesindeki bazı başarılar istikrar arzetmeyen tesadüfî gelişmeler olarak kalmıştır. III. Selim tahta çıktığında (11 Receb 1203 / 7 Nisan 1789) savaşamayan, eğitimsiz, disiplinden tamamen yoksun, ilk bahanede meydanı düşmana terkeden, topları bırakıp atlarına binerek kaçarken kendi ordugâhını ve yolda önüne çıkan köyleri yağmalayan, İstanbul'a vardıklarında ise sahte kahramanlık hikâyeleri uydurup kabahati kumandanlara ve ricâle yükleyen bir "yeniçeri ordusu" ile karşılaşmıştır. Askerin perişan halini, yazdığı hatt-ı hümâyunlardan takip etmek mümkündür.
31 Ocak 1790'da yapılan Prusya ittifakı, ordunun durumunu yakından bilen ve bir an önce barış yapılmasından yana olan, Şumnu kışlağında bulunan Sadrazam Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın arzu ettiği bir husus olmamış ve ittifak askerin muhalefetine rağmen yapılmıştı (Beydilli, 1790 Osmanlı-Prusya İttifâkı, s. 57 vd.). Avusturya'nın Prusya tarafından zorlanması neticesinde gerçekleştirilen Ziştovi barışı (4 Ağustos 1791), düşman cephesini teke düşürmekle beraber yaşanan ağır hezimetler ve en son Maçin'deki büyük bozgun (9 Temmuz 1791) sebebiyle III. Selim'in bütün emir ve beklentilerinin aksine Rusya ile de âcil bir barışı kaçınılmaz hale getirmişti. Başta yeniçeri ağası olmak üzere bütün ocak ağalarının ve diğer kumandanların iştirakiyle Maçin sahrasında yapılan olağan üstü toplantıda (11 Ağustos 1791) "gâvurun nizamlı askerine bizim nizamsız askerimizle" mukavemetin söz konusu edilemeyeceği ve içinde bulunulan perişanlık halinde "kıyamete kadar zafer yüzü görülemeyeceği" açıkça dile getirilerek (Cevdet, Târih, V, 162-163) bu şartlar dahilinde ordunun savaşamayacağının padişaha bildirilmesi Sadrazam Koca Yûsuf Paşa'dan talep edilmiş ve bu hususta bizzat Vâsıf Efendi'nin eliyle tanzim edilen mahzar sûreti (Beydilli, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 12 [2005], s. 221, 223) herkesin imzasıyla tasdik edilmiş ve İstanbul'a yollanmıştır (Mehmed Emin Edib Efendi'nin Hayatı ve Tarihi, s. 242-247). Böylece Osmanlı tarihinde emsali görülmeyen bir "boykot" hadisesi yaşanmış ve Rusya ile Yaş barışı bu şartlar altında imzalanmıştır (9 Ocak 1792).
Nizâm-ı Cedîd olarak anılan yenilenme ve yeniden yapılanma döneminin (1792-1807) bu olayın ardından başlatıldığı ve III. Selim'in daha ordu dönüş hazırlıkları içindeyken önde gelen ricâlden nizâm-ı devlete dair lâyihalar talep ettiği bilinmektedir. Ordunun İstanbul'a gelmesinden (2 Nisan 1792) bir müddet sonra başta sadrazam Koca Yûsuf Paşa olmak üzere boykot hadisesine karışan bütün ricâl ve ocak zâbitanı azledilmiştir. Boykot hadisesinde yeniçeri ağası olan Arapzâde Ahmed Ağa, "ordulu olmak hasebiyle vücudu istiskal edilmiş olarak" vazifeden alındığında III. Selim askerî tayinleri silsileyi yürütmeyip teknik tabiriyle "katar" dışına çıkarak yapmış, sefer esnasında İstanbul'da bulunan Sekbanbaşı Mehmed Said Ağa yeniçeri ağalığına tayin edilmiştir (24 Haziran 1792). Başlayan askerî reformlarda ve 1805'ten sonra yeniçerilerin giderek artan hoşnutsuzluklarında, savaşlardaki başarısızlıkları ve nihayet boykot hadisesi devamlı yüzlerine vurulan bir ayıp olarak kullanılmıştır. Avrupa tarzında donatılmış, eğitilmiş ve disiplin altına alınmış Nizâm-ı Cedîd ordusunun kurulması başlangıçtaki bu psikolojik hava içinde sessizlikle karşılanmıştır. Yeni ordunun giderek güçlenmesi neticede eskisinin ortadan kaldırılması sonucunu verecek bir gelişme olacaktı. Böylece iki sistem arasında amansız bir düşmanlık gelişmeye başlamış, öyle ki ihtiyaç anlarında bile bu iki kuvvetin bir arada kullanılması hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Nizâm-ı Cedîd'in geniş programı bütün kurumlarıyla devletin her alanda yapılanmasını öngörmekteydi: Timar sisteminin yoklanması, mahlûllere el konulması, maaş cüzdanları (esâme) satışının yasaklanması, her türlü yolsuzluğun önlenmesi, çağdaş askerî reformlar için yeni gelir kaynakları temini, hulâsa başta mülkî idare bütün sistemin elden geçirilmesi... Bütün bunların yarattığı geniş hoşnutsuzluk başlayan reform dönemini kısa zamanda ciddi meselelerle karşı karşıya getirmiştir. Reformların dar bir kadro tarafından yürütülmesi, yeni iktidar sahiplerinin eski alışkanlık ve kötü uygulamalardan kendilerini alamamaları, maaş ödemeleri başta olmak üzere tamamen ihmal edilen eski ocaklarla (Sunal, Nizâm-ı Kadîm'den Nizâm-ı Cedîd'e, s. 510-511) imtiyazlı bir konumda bulunan yeni kurumlar arasındaki mevcut bölünmeyi daha da derinleştirmiştir.
İç isyanlar (özellikle Vidin'de Pazvandoğlu Osman, Hicaz'da Vehhâbîler), dışarıda patlayan savaşlar (Mısır'ın Fransızlar tarafından işgali [1798], İngiliz [1807-1809] ve Rus [1806-1812] savaşları) ve reformlar için sarfedilmesi gerekenlerin dışında bunlar için yapılan büyük harcamaların bütçeye getirdiği ağır yük siyasette yaşananların yanında ekonomik durumda da büyük sıkıntılar yaratmıştır. Nihayet Şubat 1807'de bir İngiliz filosunun İstanbul önlerine kadar gelerek devleti tehdit etmesi, III. Selim'in 1805 ve 1806 yıllarındaki yeniçeri muhalefetiyle tamamen sarsılan otoritesine ölümcül bir darbe vurmuştur. Vehhâbîler'in son bir iki yıldır hacıların hac farîzasını ifasını engellemeleri ise saltanatının sonunu hazırlamıştır. Ordunun Rus seferine çıkmak üzere İstanbul'dan ayrılması (12 Nisan 1807) Kabakçı Mustafa İsyanı diye bilinen (25-29 Mayıs) ayaklanmaya fırsat vermıştır. III. Selim, uzun yıllar büyük masraflarla ve pek çok düşmanlık kazanarak hazırladığı orduyu ne savaşta ne de kendi hukukunu korumada kullanabilmiş, sonuçta reformlarını inkâr ve tahtını terketmiştir. 1807 ve 1808 seneleri içinde savaş hali devam etmesine rağmen iki büyük ayaklanma, iki padişahın (III. Selim ve IV. Mustafa) katli ve üç değişiklik (Selim, Mustafa ve II. Mahmud) yaşanmış, yeniçeriler, Sened-i İttifak belgesini de oluşturduğundan ötürü (29 Ekim 1808) düşmanlık duydukları Alemdar Mustafa Paşa'yı da üç ay içinde kanlı bir şekilde bertaraf etmişlerdir (16 Kasım 1808). Bu son isyanlar yeniçeri nüfuzunu XVII. yüzyılın ortalarındaki yeniçeri ağaları saltanatı dönemini hatırlatan bir tarzda arttırmıştır. 1807 isyanından sonra ulemânın da katılımıyla düzenlenen "hüccet-i şer'iyye" ile (31 Mayıs 1807) isyancıların, takipsizlik kararı alınarak bir nevi dokunulmazlık zırhına büründürülmesi ve hiçbir zaman sorumlu sayılmayacakları teminatının verilmesi (Beydilli, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 4 [2001], s. 33-48) yakın zamanların darbecilerine âdeta örnek teşkil etmiştir. Bu gelişmeler çerçevesinde yeniçeriler veya bu isim altında birleşenlerin ortadan kaldırılmasının II. Mahmud'un baştan itibaren benimsediği siyasetin ana hedefini teşkil etmesine şaşmamak lâzımdır.
Bu son isyanlara katılanların kimlik bilgileri gayet kısıtlı olmakla beraber genelde ocağın orta kademeden subaylarının çoğunlukta bulunduğu tesbit edilebilmektedir. Odabaşı, mütevelli, aşçı ustalar gibi neferat ile yakın temas içine giren bu kişilerin çeşitli yolsuzluklara karışmaları söz konusu olup orta sandıklarından maddî çıkar sağladıklarına, esâme satışlarından istifade ettiklerine dair suçlamaların muhataplarıdır (Sunal, Nizâm-ı Kadîm'den Nizâm-ı Cedîd'e, s. 520). III. Selim'in Fransa ile yakınlaşmasından dolayı çıkan bir savaşın içinde ve ordu henüz sefere çıkmışken patlak vermesinden ötürü hükümdar ve siyaset değişikliğinden en çok faydalanmaları söz konusu olan ve muhalefeti el altından tahrik edip destekledikleri bilinen İngiliz ve Rus parmağının da hesaba katılması gereken 1807 isyanı, Kabakçı Mustafa ismiyle anılsa da esas kadro orta rütbeli subaylardan meydana gelmekteydi. Yeniçeri ordusu cephede bulunduğundan İstanbul'da kalan ortaların mütevelli ve odabaşıları isyan boyunca halkı kendilerine katılmaya davet etmiş ve isyanı yönetmişlerdir. 1807'de olduğu gibi 1808 isyanında da aynı kadroların iş başında bulunduğu, 1826'daki son ayaklanmada ise bu türde pek az subayın kaldığı, zira aradan geçen zaman içinde II. Mahmud'un önceki isyanlara karışanların çoğunu ortadan kaldırdığı tesbit edilmiştir (a.g.e., s. 520 vd.). Orta sandıklarından küçük esnafa, dara düşen halka faizle borç verilmesinin belirli bir taraftarlık hali yarattığı, geniş amele istihdam eden taşımacılık ve inşaat sektörünün de büyük ölçüde yeniçeriler tarafından denetim altında tutulduğu ayrıca vurgulanmaktadır. Hamal, kayıkçı, inşaat amelesi kethüdâları genelde kendi ortalarından kethüdâ seçmekteydiler. Kabakçı İsyanı'nda esnafın kepenk indirmeye ve isyana katılmaya çağrılması bu bağlantı sebebiyle daha da etkili olmuştur. III. Selim reformlarının mağduru kabul edilmeleriyle ulemâyı kendi yanlarına çekmeleri önem arzeden bir husustu ve bu, başlarda katılmak istemez görüntüsüyle zevahiri kurtarmaya çalışan Şeyhülislâm Atâullah Mehmed Efendi dahil başarıyla sağlanmıştı. Ancak 1807 ayaklanması yüksek ulemânın topyekün destek verdiği son isyan olmuştur. Yeniçerilerin Nizâm-ı Cedîd şeyhülislâmı diye dillerine doladıkları Sâlihzâde Ahmed Esad Efendi, isyanın ardından azledilme bahasına 14 Kasım 1808'de başlayan büyük isyana katılmaya yanaşmamış, buna rağmen Anadolu ve Rumeli kazaskerleri destek vermiştir. 1808 Kasım ayaklanması, 1807 Mayıs isyanında el sürülmeyen Nizâm-ı Cedîd'le ilgili bütün kışlaların ve diğer binaların yakılıp yıkılmasıyla ve nihayetinde saraya da saldırılması sebebiyle kafesteki IV. Mustafa'nın idamına yol açarak devam etmiştir. Bu arada Selimiye Kışlası'nın yanındaki matbaanın da tahrip edilmesi (17 Kasım 1808), bunun mühendishânedeki eğitim için ders kitapları basılması yanında yeni düzeni tanıtan eserleriyle de Nizâm-ı Cedîd'in etkin bir silâhı ve kurumu olarak görüldüğüne işaret etmektedir. Bu hadise, 1730 yeniçeri isyanındaki yakıp yıkmalara rağmen Müteferrika Matbaası'na dokunulmamasının olumlu bir davranış diye gösterilmesinin (DBİst.A, VII, 475) isabetli bir değerlendirme olamayacağını da gözler önüne serer. Zira yeniçerilerin 1730 ayaklanmasındaki bu davranışları sözü edilen matbaanın kendi düzenlerine yönelik bir tehdit unsuru teşkil etmemesinden, hatta daha büyük bir ihtimalle varlığından bile haberdar olmamalarından kaynaklanmaktaydı. Asker ve ulemâ ittifakının arzettiği büyük tehlikeleri bizzat yaşayarak gören II. Mahmud'un aldığı önlemler neticesinde 1826'daki son isyanda ulemâ -biraz zorla da olsa- tamamen padişahın yanında yer almak zorunda kalmıştır.
1791-1793 yıllarında derlenmiş Kefâlet Defterleri'nde yer alan, İstanbul'daki 1110 iş yeri ve dükkân sahibi için kullanılan beşe, odabaşı, bölükbaşı ve çavuş gibi sıfatlardan hareketle dükkânların % 40 kadarının yeniçeri bağlantılı olduğu, bunların yanlarında kendi cemaat ve ortalarıyla alâkalı kişileri çalıştırdıkları, diğer şehirlerde de konumlarından istifade etmek üzere yeniçerilerin ortak olarak tercih edildiğinin belirlenmesi son bağlamda meseleyi çözümleyecek bir önem taşımaktadır (Başaran, Osmanlı'da Asayiş, s. 123-124). Özellikle kahve tüccarlarının yeniçerilerle ortaklığının gösterildiği Kahire için yapılan örneklemeler (Raymond, s. 87-89) bunların piyasadaki rollerine ışık tutar. Kısacası piyasaya "mafyavari" usullerle el atan, devleti elini kolunu bağlayıp âdeta rehin alan, uzun zamandır askerlikle ilgisi kalmadığı halde yenisinin kurulmasına da izin vermeyen, savaşlarda işe yaramayan, iç ayaklanmaları bastıramayan, isyan ve darbeleriyle tanınmış olarak her türlü yenilenmenin önünü tıkayan Yeniçeri Ocağı, Cevdet Paşa'nın dediğinin aksine (Tezâkir, IV, 219) devletin kalbinde "seretân illeti" değil, belki ameliyatla alındıktan sonra vücudunun sıhhate kavuştuğu omuzundaki ur idi. Zira ortadan kaldırılan sadece askerî bir ocak değildir. Ortadan kaldırılan, muadilleri olan Rusya'da Büyük Petro'nun kökünü kazıdığı (1698) Streltsi askerlerine benzer şekilde imtiyazlarını büyük bir ihtirasla koruyan ve konumlarını zayıflatmaya yönelik bütün askerî reformlara şiddetle karşı çıkan (Ágoston, Osmanlı'da Strateji ve Askerî Güç, s. 250), uzun dönemler boyunca yaşanmış olumsuzluklarıyla artık meşruiyetini kaybetmiş, devlete musallat bir örgütün bizzat kendisidir. Çağdaş tarihçilerin merkezî iktidar karşısında ve halkın yanında bir muhalefet odağı, bir sivil toplum örgütü gibi göstermek istedikleri Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla halkın iktidar gücü karşısında korumasız kaldığı tarzındaki iddiaların ortaya konulan bu tesbitler ışığında herhalde bir değeri yoktur ve böyle bir yaklaşım, kuruluşundan 500 küsur yıl sonra devletin evsafına ve merkezî iktidarına karşı yapılmış en büyük haksızlıktır. Yeniçeri meselesinin, "ehl-i ırz ahalinin kendi kazanlarını evlerinin önlerine çıkarmasıyla çözüleceğini" söyleyen II. Mahmud, Vak'a-i Hayriyye diye anılan hadisede bunun gerçekleştiğini görmüş ve bir önceki asrın sonundan beri kesintiye uğrayan Osmanlı yenilenme ve yeniden yapılanması önündeki en büyük engeli nihayet ortadan kaldırmaya muvaffak olmuştur (bk. VAK'A-i HAYRİYYE). II. Mahmud, sadece savunma amaçlı değil, aynı zamanda kısmen merkezî iktidarın parçalanmasından kısmen de Avrupa devletlerinin askerî ve ekonomik müdahalelerinden kaynaklanan büyük iç sorunlarla da uğraşacak modern bir devlet oluşumu öngörmekteydi (Rifa'at Ali Abou-el-Haj, Modern Devletin Doğası, s. 120). Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasının ardından bu amaç doğrultusunda girişilen köklü reformların, XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan o bütün felâketli gelişmelere rağmen, devleti yaklaşık 100 yıl daha ayakta tuttuğu unutulmamalıdır. Bu bağlamda II. Abdülhamid'in Meclis-i Meb'ûsan'ın açılış münasebetiyle irat ettiği nutkunda (19 Mart 1877) dile getirdikleri bu durumu âdeta teyit etmektedir: "... Nihayet büyük pederim Sultan Mahmud Hân-ı merhûm devletimizin birkaç asırdan beri uğradığı inhitat ve tedennînin başlıca illet-i gāiyyesi olan nizamsızlık ve ondan neşet eden yeniçeri gāilesini ortadan kaldırıp cism-i devlet ve milleti rahnedâr eylemiş olan fesad ve ihtilâl dikenlerini ayıklamış ve Avrupa medeniyyet-i hâzırasının en evvel mülkümüze idhâli için bir kapı açmış idi" (II. Abdülhamid'in İlk Mabeyn Ferîki Eğinli Said Paşa'nın Hâtıratı, s. 133).
Hulâsa, Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve yükselme dönemi aşamalarındaki savaşlarda kazanılan başarıların zaman içinde artan bir abartıyla kendilerine mal edildiği yeniçeriler, devletin ve dolayısıyla askerî kurumların yeniden yapılandırılmasını gerektiren daha sonraki devirlerde bu yenilenmenin karşısında duran bir engel halinde ortaya çıkmış, çeşitli isyanların, padişahları tahta çıkarma ve tahttan indirmelerin fâili olarak tarih sahnesinde zamanla artan bir olumsuzluk içinde yer almaya başlamış, böylece geçen uzun bir dönemden sonra geciken reformların, çeşitli yenilgilerin ve kaybedilen toprakların sorumlusu sıfatıyla kanlı bir devlet müdahalesi neticesinde tarihten silinmiştir (14 Haziran 1826). Yeniçeriliğin devlet örgüsünün bütün hücrelerine nüfuz ederek "asabiyyet-i milliye" ile özdeşleştiği savının (Cevdet, Tezâkir, IV, 219) ve bu şekilde bir efsane hâlesine büründürülmüş olmasının bilimsel anlamda geçerliliği sorgulanmaya muhtaçtır.
Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ