--> Osmanlı döneminde değişik şekillerde görülen nahiye tabirinin ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Bu tabirin XV. yüzyıldan itibaren Osmanlı taşra teşkilâtında sık sık geçmeye başlaması daha önceki dönemlerde de kullanıldığının bir işareti olmalıdır. Taşra teşkilâtında livâ (sancak) adıyla bilinen askerî ve idarî birimlerin alt bölümünü ifade eden bir anlam kazanması XV. yüzyılda görülür. İdarî bakımdan bir sancak beyinin yönetiminde bulunan livâlarla bir kadının yetki sahasına inhisar eden kazalar idarî ve coğrafî açıdan içinde muhtelif sayıda köy, mezraa ve aşiret gruplarının bulunduğu bölgelere taksim edilmekte ve bu bölgeler genelde nahiye olarak adlandırılmaktaydı. Nahiyeler, esas itibariyle timar sistemi çerçevesinde ortaya çıkan ve coğrafî bir bütünlük gösteren bölgelerdi. Bu bakımdan nahiye ve kaza birimleri biri askerî, diğeri hukukî anlamda birbirini tamamlayıcı özellik gösteriyordu. Kadının hukukî yetki alanı olan kaza bölgesi içerisinde askerî ünite durumundaki nahiyeler bulunabilirdi. Sancaklara ait tahrir defterleri timar sistemini ortaya koymak için hazırlandığından bu tür defterlerde kaza birimi değil nahiye esas alınıyordu, dolayısıyla kaza birimi bazan nahiye olarak gösteriliyordu. Bu durum araştırmacılar tarafından yanlış anlaşılmış ve kaza-nahiye ayırımı konusunda karışık bilgiler verilmiştir. Meselâ XVI. yüzyılın ikinci yarısında Sirem ve Maraş sancaklarının idarî taksimatında nahiye birimi esastır. 1455 yılında Rum eyaletinde Tokat, Sivas, Zile, Artukâbâd ve Turhal birer nahiye teşkil etmekteydi. 859 (1455) ve 890 (1485) tarihlerinde bugünkü Ordu yöresine tekabül eden Bayramlı vilâyetiyle İskefsir ve Milas bölgesi aynı adla iki nahiyeye taksim edilmişti. XVI. yüzyılda nahiyeler idarî, askerî ve coğrafî fonksiyonları itibariyle Osmanlı taşra teşkilâtında daha belirgin bir hiyerarşik yapılanma içine girdi. İstisnaları olmakla beraber mufassal tahrir defterlerinde nahiye birimi kazaya bağlı bir özellik gösterdi. Fakat bazı sancaklarda doğrudan nahiye birimlerinin zikredilmesi sürdürüldü. Meselâ Manisa kazasının merkez Manisa nahiyesiyle birlikte 937'de (1531) beş, 983'te (1575) altı; Harput sancağının 924'te (1518) merkez Harput nahiyesiyle birlikte beş, 929 (1523) ve 974'te (1566) yedi; Çemişkezek sancağının merkez Belde nahiyesiyle birlikte 924'te (1518) on dokuz, 929'da (1523) on üç, 948'de (1541) on beş ve 974'te (1566) on bir; Ayıntab livâsının 950'de (1543) merkez Ayntab nahiyesiyle birlikte üç; 924'te (1518) Mardin kazasında iki ve Sirem sancağının XVI. yüzyılın ikinci yarısında on altı nahiyesi vardı. Sirem'in idarî taksimatını teşkil eden nahiyeler arasında İlok, Varadin, Dimitrofça ve Nemçi esasında aynı adlı kazaların merkezi durumundaydı. XVI. yüzyılda Bayburt sancağındaki nahiyeler doğrudan doğruya sancağın idarî bölümleri şeklindeydi. XVII. yüzyılın başlarında söz konusu sancakların idarî taksimatı gibi Van sancağının Van merkez nahiyesiyle birlikte altı nahiyesi mevcuttu. Bu karışık gibi görünen durum, aslında tahrir defterlerinin timar sisteminin mantığına göre hazırlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Osmanlı döneminde her nahiyenin özel bir adı vardı. Önemli bir kısmı ana yerleşim yerinin ismini alırdı. Bazıları ise asıl merkezin adını değil coğrafî konumunu ve ekonomik özelliğini yansıtan adlar taşırdı. Bu durum belli bir merkezi (yani "nefs"i) olmayan nahiyeler için de geçerliydi. Meselâ 937'de (1531) Manisa kazasına bağlı nahiyelerden Yengi'nin merkezi Turgutlu ve 979'da (1571) Emlak'ın merkezi Gürle idi. Yine XVI. yüzyılda Çemişkezek sancağının merkezi olmayan Çatalkale nahiyesiyle Harput sancağına bağlı Uluâbâd, Kuzâbâd ve Hersini nahiyeleri adlarını bölgenin coğrafî özelliğinden almışlardı.
Bir kazaya ve sancağa bağlı idarî birimleri teşkil eden nahiyelerin çeşitli sayıda köy ve mezraası vardı. Nahiyelerin sınırının genişliği genelde köy ve mezraa sayısına göre bir paralellik göstermekteydi. Ancak Maraş sancağındaki idarî birimlerin pek çoğunda olduğu gibi bu sınırların önemli bir kısmının dağ doruklarından ve akarsu yataklarından geçmesi, onların sınırlarının belirlenmesinde tabii yapının ve çevrenin önemli olduğuna işaret etmektedir. Buna uygun coğrafî unsurların bulunmadığı yerlerde ise sık sık sınır ihtilâfları meydana gelirdi.
Askerî birim olarak nahiyelerin başında timarlı sipahilerden biri bulunur ve buna "serasker" denir, o birimdeki sipahiler onun yanında toplanarak sancak beyinin bayrağı altında sefere giderlerdi. Bu bakımdan nahiyenin sipahilerin kolayca toplanabileceği coğrafî bir bütünlük arzeden köylerden oluşmasına dikkat ediliyordu (Emecen, s. 294). Kadıların idarî ve hukukî yetki sahası içine giren nahiyelerde ayrıca bunların idarî ve adlî işlerini yürütmek üzere nâibler görev yapıyordu. Diğer bir ifadeyle kadı bir nahiyede nâib mahkemesi kurardı. Ancak bunun için merkezî idarenin izni gerekmekteydi. Bir nahiyeye nâib tayin edilirken bazı suistimallerin önlenmesi için o yerin ahalisinden olmamasına dikkat edilirdi. Kadı, bir nahiyede mahkeme kurulduğu zaman alacağı mahkeme harcını peşin para karşılığında nâibe bırakır, böylece nâibliği bir bakıma satmış olurdu. Nahiyelerdeki asayişin temini serbest olarak tasarruf edilen yerlerde dirlik sahipleri, serbest olmayan yerlerde ise sancak beylerinin gönderdiği subaşılar tarafından yerine getirilirdi. Bunlar kadının yolladığı nâiblerin emrinde olurdu.
Nahiye tabiri, livâ ve kazalar dışında doğrudan coğrafî ve idarî birimleri ve bölgeleri ifade etmek için de kullanılmaktaydı. XV ve XVI. yüzyıllarda bazan vilâyetin eş anlamlısı olarak geçer, bazan da vilâyetten daha geniş bir bölgeyi tanımlardı. Ayrıca bu yüzyıllarda özellikle konar göçer grupların yerleştiği belli sayıdaki köyler topluluğu olan "bölük" ve daha çok mülkî ve malî bakımdan küçük köyler topluluğunu hatırlatan "divan" ile de idarî / coğrafî yönden aynı anlamlara gelirdi. Bundan başka söz konusu tabir, İstanbul örneğinde olduğu gibi üç dört mahalleden müteşekkil bir semte veya önemli bir caminin muhitine ve mahallelerine de işaret ederdi.
XVII ve XVIII. yüzyıllarda nahiye timar sisteminin önemini kaybetmesiyle kazaların alt birimi olarak ön plana çıktı. Tanzimat'tan sonra yapılan yeni idarî düzenlemede bu özelliği belirgin hale geldi. 1864 tarihli Vilâyet Nizamnâmesi'nde nahiye, "birkaç köyün toplanmasıyla meydana gelen ve kazalara ilhak edilerek idare edilen yerler" şeklinde tanımlandı. Ancak bu nizamnâmede nahiyelerin kuruluşu, organları ve yönetim usulü hakkında herhangi bir madde yer almamaktaydı. Nâhiyelerin idarî bir birim şeklinde daha etraflı bir biçimde düzenlenmesi 1871 nizamnâmesi ile gerçekleşti. Bu nizamnâmeye göre nahiye dairesine dahil edilecek köy ve çiftliklerin birbirine yakın olması ve en az 500 erkek nüfusunun bulunması gerekmekteydi. Bir nahiyenin teşkili ise birtakım bürokratik işlemlerden sonra mümkün oluyordu. Önce teşkil edilecek nahiyenin kuruluş sebepleri ve sınırları kazaların idare meclislerinde belirlenir ve livâ idare meclislerine sunulurdu. Burada uygun görüldükten sonra vilâyet umum meclislerine gönderilir ve bir karara bağlanırdı. Bu karar ve gerekçe merkezî hükümete bildirilir ve padişahın iradesiyle nahiye resmen kurulmuş olurdu. Her nahiyeye nahiye müdürü tayin edilir ve mahallî teşkilâtı oluşturulurdu.
1871 nizamnâmesinden sonra 1876'da "idâre-i nevâhî" adıyla bir başka düzenleme daha yapıldı. Bunda özellikle Balkanlar üzerindeki siyasetleri sebebiyle nahiyelerin çoğaltılmasını, hıristiyan nüfusunun yönetime katılmasını ve nahiyelere özerk statü verilmesini ısrarla isteyen Avusturya-Macaristan ve Rusya'nın notalarının da rolü vardı. Söz konusu nizamnâme, Girit ve Bosna gibi diplomatik sorun haline getirilen vilâyetlerde zorunlu biçimde uygulama alanı buldu. Ancak imparatorluğun diğer bölgelerinde uygulanmadı. Nahiyelerle ilgili hükümler Cumhuriyet dönemine kadar bazı değişikliklerle devam etti. Cumhuriyet devrinde Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu'na göre kazanın alt birimi olarak kasaba ve köylerden meydana gelen idarî birlik şeklinde tesbit edildi. Kanunun 16-21. maddelerine göre nahiyenin mânevî bir şahsiyeti olduğu, bir şûrası, idare heyeti ve bir de müdürü bulunduğu, şûranın nahiye halkınca seçileceği, bu birim bir veya birkaç köyden teşekkül edeceği gibi bir kasabanın da nahiye olabileceği kararlaştırıldı. 1945'te Anayasa dilinin değiştirilmesi sırasında nahiye adı da "bucak"a dönüştürüldüyse de nahiye tabiri kullanımı sürdü. 1970'ten sonra görev süreleri dolan, vefat eden veya emekli olan bucak müdürlerinin yerine tayin yapılmayarak tedrîcen teşkilâtı kaldırıldı. XX. yüzyılın son çeyreği içinde nahiyelerin bir bölümü ilçelere dönüştürüldü, bir bölümü de dağıtılıp köyleri yakın ilçe merkezlerine bağlandı.
Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ