Türkçe'nin çeşitli lehçelerinde küreş ve göreş şekillerinde de bulunan kelimenin etimolojisi kesin olarak bilinmemektedir (Clauson, s. 747-748). Hem beden gücüne hem zekâya dayanan güreş sporunun geçmişi insanlık tarihi kadar eskidir. Milâttan önce II. binyıla ait Mısır duvar resimlerinde görülen güreş figürleri, bu sporun en az o dönemden itibaren sistemli bir hale getirilmiş olduğunu göstermektedir. Grekler ve Romalılar tarafından da yapıldığı bilinen güreş eski Türkler arasında çok yaygındı. Çin yıllıklarında, bazı seyahatnâmelerde, destanlarda ve saray tarihlerinde Türkler'in bu sporu savaş temrinlerinin yanı sıra bayram ve düğün şenlikleri gibi çeşitli vesilelerle de yaptıkları ve bir yiğitlik ölçüsü olarak kabul ettikleri belirtilmektedir. Özellikle hükümdarlar, şehzadeler, vezirler tarafından ilgi ve himaye görmesi, güreşi binicilik ve atıcılık gibi saray sporlarından biri haline getirmiştir. Tarihte Türk kızlarının dahi güreştiği bilinmekte, hatta bazısının tâlibine, ona varabilmesi için at yarışında, ok atmada ve güreşte kendisini yenmesi şartını koştuğu görülmektedir (Dede Korkut Kitabı, s. 61).
Câhiliye döneminde bilhassa panayırlarda yaygın bir şekilde güreş müsabakaları yapılırdı. Ukâz panayırındaki güreşleriyle tanınan Hz. Ömer, şanssız bir gününde Hâlid b. Velîd ile karşılaşmış ve güreş sırasında bacağı kırıldığı için yenik sayılmıştı (Fayda, s. 91). İslâm kültüründe güreşin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Hz. Peygamber'in birer savaş sporu olarak atıcılık, binicilik, koşuculuk ve yüzmeyi teşvik ettiği gibi (Abdülhay el-Kettânî, II, 92-96, 316-318, 363-364) bizzat kendisinin de güreştiği bilinmektedir. Dönemin ünlü pehlivanlarından Rükâne b. Abdüyezîd, İslâm dinini kabul etmek için Resûl-i Ekrem'in kendisini güreşte yenmesini şart koşmuş (a.g.e., II, 364, 365) ve yapılan karşılaşmada Hz. Peygamber onu yenmiştir (Ebû Dâvûd, "Libâs", 21; Tirmizî, "Libâs", 42). Rükâne de bunun üzerine veya başka bir rivayete göre daha sonra Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuştur.
Kaynaklarda Resûl-i Ekrem'in Rükâne'den başka bazı kimselerle de güreştiği, ergenlik çağına gelen ashap çocuklarının askere alınmaları için her yıl düzenlenen merasim sırasında birbirleriyle güreştikleri, ayrıca Hz. Hasan ile Hüseyin'in de Resûlullah'ın huzurunda güreş tuttukları zikredilmektedir (Abdülhay el-Kettânî, I, 304; II, 364-366). Hz. Peygamber'in, asıl pehlivan ve güçlü kimsenin güreşte başkalarını yenen değil öfkelendiğinde kendini tutan kimse olduğunu ifade eden hadisi de (Buhârî, "Edeb", 102; Müslim, "Birr", 106-108) yine güreşle ilgilidir.
Abbâsîler zamanında güreş, halifeler ve saray ileri gelenleri tarafından teşvik edilen yaygın bir spordu; meşhur pehlivanlar sarayda işe alınırdı. Halifeler güreş müsabakalarını seyreder ve zaman zaman da bizzat güreşirlerdi. Halife Emîn güreşe çok düşkündü; bir defasında arslanla boğuşmuş ve parmağından yaralanmıştı. Halife Mu'tazıd da yine ne kadar güçlü olduğunu göstermek için eski Mezopotamya ve Grek mitolojilerinde yarı ilâh kahramanlar olan Gılgamış ve Herkül gibi arslanla boğuşmuş ve onu öldürmüştü. Büveyhîler'den Muizzüddevle'nin emriyle Bağdat'ta büyük kalabalıkların seyrettiği saatlerce devam eden güreş müsabakaları düzenlenirdi. Başarılı pehlivanlar daha sonra Muizzüddevle'nin huzurunda da karşılaşma yapar, galip gelenler para ve hil'atlerle ödüllendirilirdi.
İslâmiyet sonrası Türk folklorunda güreşçilerin pîri, "Allah ve resulünün arslanı" lakabıyla tanınan (Abdülhay el-Kettânî, 111, 176) ve şehidlerin efendisi kabul edilen Hz. Hamza'dır. Selçuklular, Türk güreş geleneğini İran'da Fars ve İslâm kurallarıyla birleştirerek yeni bir kimliğe büründürmüşlerdir. Farsça asıllı "pehlivan" kelimesi de muhtemelen o sıralarda Türk diline geçmiştir. Güreş sporuna yeni giren kuralların başında Hz. Peygamber'e salavat getirilmesi, dua okunması ve Hz. Hamza'nın adının anılması gelir. Selçuklular zamanında başta Konya olmak üzere birçok şehirde güreşçi tekkeleri kurulmuştur (aş.bk.).
Osmanlı döneminde, özellikle padişahların himayesi sayesinde güreş ilk yıllardan itibaren gelişmeye başlamıştır. Orhan Bey'in Bursa'da, I. Murad'ın Edirne'de güreşçiler için tekkeler açtıkları bilinmektedir. Güreşçilerin bir cemaat halinde teşkilâtlanması muhtemelen Fâtih Sultan Mehmed zamanında olmuştur. II. Bayezid de çeyrek asırdan fazla vali olarak bulunduğu Amasya'ya civar ülkelerden pehlivanlar getirtmiş ve padişah olunca bunları İstanbul'a götürerek bir bölük halinde toplamıştır. Yavuz Sultan Selim zamanına ait ehl-i hiref defterinden "cemâat-i küştîgîrân" denilen bir güreşçiler topluluğunun bulunduğu ve Ali Küçük, Hacı, Kemal Acem, Şahkulu, Mehmed Divane, Ali Rum ve Ali Zorbaz gibi pelivanların yetiştiği öğrenilmektedir (Uzunçarşılı, XI/15, s. 60). Bunlardan Ali Küçük'ün 1000 kuruş maaş aldığı ve öteki güreşçilere hocalık yaptığı anlaşılmaktadır. Ünlü nişancı ve tarihçi Celâlzâde Mustafa Çelebi, Tabakātü'l-memâlik'inin birinci tabakasının on dokuzuncu derecesini pehlivanlar zümresine ayırmış, fakat eserin bu bölümü günümüze ulaşmamıştır. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında da önemini koruyan güreş sporu daha sonra ihmale uğramıştır. Nitekim XVI. yüzyıl sonlarında bir güreşçi tarafından yazılmış arzuhalde padişahtan eskisi gibi pehlivanlara önem verilmesinin istendiği görülmektedir (TSMA, nr. E. 8532). IV. Murad zamanında güreşçilerin Bîrun'dan Enderun'a alındığı ve bu padişah döneminde kurulan Seferli Koğuşu'nda güreşçilerin de bulunduğu anlaşılmaktadır (Mehmed Halîfe, s. 25-26). IV. Mehmed devrinde Enderun'da bazı güreş müsabakalarının yapıldığı bilinmektedir. Ancak hassa güreşçilerinden Tokatlı Halil ile bostancılardan Hamza Pehlivan'ın padişahın izni dışında güreşmeleri her ikisinin de idamına sebep olmuş ve güreş bir süre yasaklanmıştır (Abdi Paşa, vr. 96a-b). Yine bu padişah döneminde miftah ağası olan pehlivan Mehmed Ağa kapıcıbaşılıkla dış hizmete çıkmıştır (Silâhdar, I, 559). Gerek IV. Mehmed'in gerekse III. Ahmed'in şehzadeleri için yaptırdıkları sünnet düğünlerinde diğer sportif faaliyetler yanında güreşe de yer verilmiştir.
II. Mahmud zamanında Enderun koğuşlarının mevcudu azaltılırken güreşçiler de çıkarılmış ve Sultan Abdülaziz'in cülûsuna kadar saray kadrolarına bir daha alınmamışlardır. Ancak yine bu pâdişâh ve Sultan Abdülmecid dönemlerinde zaman zaman Çinili Köşk'te, Gülhane'de, Eski Saray'da, Veli Efendi Çayırı'nda, Okmeydanı'nda ve Kâğıthane'de güreş müsabakalarının düzenlendiği ve İkiz Osman ile Ahıskalı Mahmud pehlivanların çok ün kazandıkları bilinmektedir. Sultan Abdülaziz ise aşırı güreş meraklısı idi; onunla Türk güreş tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu padişah zamanında Rumeli'nin ve Anadolu'nun ünlü pehlivanları İstanbul'a getirtilerek saraya alınmış ve bunlara görevler verilmiştir. Avrupa gezisinde yanında bazı güreşçileri de götüren Sultan Abdülaziz'in Dolmabahçe, Beylerbeyi ve Çırağan saraylarında düzenlettiği güreş müsabakaları dillere destandır. Dönemin en ünlü pehlivanları Tokatlı Kasım, Arnavutoğlu Ali, Lofçalı Kara İbo, Kavasoğlu İbrâhim, Makarnacı H. Hüseyin ve Kel Aliço idi; bu pehlivanlar Ihlamur'daki Saya Ocağı tesislerinde kalırlardı. Sultan II. Abdülhamid de spordan hoşlanan bir hükümdardı. Saltanatının ilk yıllarında güreşçilere pek ilgi göstermemesinde ve İstanbul'da güreş sporunu yasaklamasında, Sultan Abdülaziz'in katli olayına bazı pehlivanların adının karışmış olmasının rolü büyüktür; ayrıca kalabalık önünde yapılan müsabakalardan saltanatı açısından çekinmiş olabileceği de akla gelmektedir. Ancak 1890'dan sonra özellikle "Türk gibi kuvvetli" sözünü dünyaya tekrar kabul ettiren Koca Yûsuf, Kara Ahmed, Adalı Halil ve Kurtdereli Mehmed'in Avrupa ve Amerika'da kazandıkları başarıların etkisiyle İstanbul'da güreş müsabakaları yapılmasına tekrar izin verilmiş ve padişah, "cihan şampiyonu" Kara Ahmed'i huzuruna kabul ederek kendisini iftihar nişanı ile mükâfatlandırmıştır. 1901 Ekiminde Bursa'da ödüllü güreş turnuvası ve 1903 Ocağında İstanbul'da ülke çapında greko-Romen güreş şampiyonası düzenlenmiştir. Özellikle padişahın tahta çıkışının yirmi beşinci yıldönümünde yaptırdığı huzur güreşlerine Kara Ahmed, Küçük Yûsuf, Adalı Halil, Molla İbrâhim, Madaralı Ahmed ve Kurtdereli Mehmed gibi ünlü pehlivanlar katılmış, bunlar çeşitli ihsan ve hediyelerle taltif edilmişlerdir.
Güreşçi Tekkeleri. İlk olarak Orhan Bey zamanında Bursa'da açılan güreşçiler tekkesinin kale içinde Bey Sarayı'nın yanında olduğu bilinmektedir (Evliya Çelebi, II, 18). Güreşçi tekkelerinin başına güreşte başarı kazanmış, öğretmeyi bilen, otoriter ve okur yazar kişiler getirilirdi. "Şeyh" denilen bu kimselerin, buralarda barınan ve kendilerine "derviş" adı verilen güreşçilerin tasavvuf ve tarikatla alâkası yoktu. Günümüzün güreş kulüpleri durumunda olan tekkelerde şeyh ve ailesi, dervişler ve hizmetliler için ayrılmış mekân ve hücrelerle binaların dışında idman yapmaya müsait çimenlik bir meydan bulunurdu; kış idmanları genişçe bir kapalı mekânda yapılırdı. Osmanlı dönemi güreşçi tekkelerinin ikincisi Edirne'de I. Murad zamanında ve Evliya Çelebi'ye göre Ali Paşa Çarşısı civarında kurulmuş (Seyahatnâme, III, 450-452, 461), üçüncüsü II. Murad tarafından Manisa'da yaptırılmıştı (Kahraman, Cumhuriyete Kadar Türk Güreşi, II, 17). Dördüncü tekke, fetihten sonra İstanbul'un Unkapanı civarındaki Atlamataşı mevkiinde inşa ettirilen Pehlivan Şücâ Tekkesi, beşincisi yine İstanbul'da Şebsafâ Kadın Camii civarında bulunan Pehlivan Demir Tekkesi'dir (a.g.e., I, 450). II. Bayezid'in valiliği sırasında Amasya'da da bir güreşçi tekkesinin açılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Bulgaristan'da Razgrad şehri yakınlarında XVI. yüzyılın ilk yarısında kurulan Demir Baba Tekkesi'ni de anmak gerekir (bk. DEMİR BABA TEKKESİ). Güreşçi tekkelerinin giderleri yaptıranların bağladığı vakıf gelirlerinden karşılanırdı. İstanbul'daki tekkelerin pehlivanları belli günlerde saraya çağrılarak padişahın huzurunda Enderun pehlivanlarıyla güreştirilirdi. Bunun en bol örneği I. Abdülhamid zamanına rastlar. Güreşçi tekkeleri muhtemelen II. Mahmud döneminde Yeniçeri Ocağı'nın ilgasının (1826) ardından kapatılmıştır.
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi