Arapça kıyâfe sözlükte masdar olarak "birinin peşinden gitme; çocuğun fizikî özelliklerine bakarak nesebini tesbit etme" gibi anlamlara gelir. Giyim kuşama da hem insanın kişiliğini yansıtması hem de geleneğin takip edildiğini göstermesi açısından kıyâfet denilmiştir.
Kıyafetin fizikî, etik ve estetik açılardan önemi büyüktür. Kur'an'da insana örtünmesi için, ayrıca bir süs ve güzellik unsuru olarak elbise malzemesinin verildiği, çıplaklığın hayâ duygusunu ve takvâyı gidereceği bildirilir (el-A'râf 7/26-27, 31). Ayrıca elbisenin (sirbâl/serâbîl) soğuk ve sıcağa karşı vücudu koruyan bir nimet olduğu belirtilir (en-Nahl 16/81). Eski Ahid'e göre Allah, Âdem ve Havvâ'ya deriden kaftan giydirmiştir (Tekvîn, 3/21). Eski ve Yeni Ahid'in çeşitli bölümlerinde bazı kıyafetlerle ilgili bilgiler ve dinî hükümler bulunmaktadır. Meselâ Hârûn ve kâhinlik yapacak oğulları için ince ketenden dokuma gömlek, sarık, başlık ve yine bükülmüş ince ketenden lâcivert ve erguvanî kırmızı nakışlı kuşak yapılması emredilir (Çıkış, 35/19; 39/27-29). Çarık, şalvar, kaftan, peçe gibi kıyafetler Eski ve Yeni Ahid'in birçok yerinde geçer. Araplar'da olduğu gibi yahudi genç kızları ve kadınları da yüzlerine peçe takarlardı (Neşîdeler Neşîdesi, 4/1, 3; 6/7). Eski Ortadoğu uygarlıklarına ait tasvirlerde elbise kenarlarında çokça görülen saçak yahudiler için dinî bir emrin gereğiydi. Tevrat'ta İsrâiloğulları'nın elbiselerinin eteklerine ve örtülerinin kenarlarına saçak yapıp üzerine lâcivert kordon geçirmeleri emredilir (Sayılar, 15/38; Tesniye, 22/12). Belli bir tarihten sonra İpek yolu ve bağlantılarıyla Ortadoğu'ya çok değerli elbiselik kumaşların geldiği muhakkaktır. Milâttan önce VI. yüzyılda yaşamış olan Hezekiel'e izâfe edilen metinlerde Suriye, Irak ve Yemen taraflarından gelen tâcirlerin değiş tokuş ettikleri değerli mallar arasında lâcivert ve renk renk işlemeli kumaş topları da sayılmaktadır (Hezekiel, 27/24).
Kur'an'da tesettür için zikri geçen cilbâb (el-Ahzâb 33/59) türü örtüler eski Mezopotamya kadınları tarafından kullanılıyordu. Orta Asur kanunlarında hür kadın ve kızların sokağa çıkarken başlarını örtmeleri emredilmekteydi; sahiplerinin eş olarak aldıkları dışında câriye ve fahişelerin örtünmeleri ise yasaklanmıştı (Tosun – Yalvaç, s. 252-253). Aynı şekilde Araplar'da da câriyelerin hür kadınlar gibi örtünmesinin yasak olduğu ve Hz. Ömer'in câriyelerin hür hanımlar gibi örtünmelerini yasakladığı bilinmektedir (Abdürrezzâk es-San'anî, III, 136). Herodot Bâbil'den bahsederken insanların üst üste -biri yün- iki entari giydiklerini, bunların üzerine pelerin gibi bir örtü aldıklarını, ayaklarına sandalet geçirdiklerini ve başlarına da türban (sarık) sardıklarını söyler ki bu giyeceklerden iki entari Araplar'ın izâr ve kamîsi, pelerine benzettiği ise bürde veya şemlesi olsa gerektir (aş.bk.).
Câhiliye şiirinde kıyafetle ilgili fazla bilgi yoktur. Bununla birlikte İmruülkays b. Hucr'ün muallakasındaki birkaç kıyafet tasviri önemlidir. Meselâ gece yarısı samanyolu ve süreyyânın (ülker takım yıldızı) görünüşünü değerli taşlarla süslü bir kemere (vişâh) ve tokasına benzetir (Hatîb et-Tebrîzî, s. 38-39). Sevgilisinin tam gençlik çağında olduğunu anlatmak için onun kadınların giydiği dir' ile (bir tür gömlek ve ferace) küçük kızların giydiği micvel (kısa zıbın) arasında salındığından söz eder (a.g.e., s. 48). Sicim gibi yağan yağmurdan sonra üzerinde selin bıraktığı izlerle Sebir dağını da cüsseli Arap şeyhlerinin giydiği, kumaşı deve yününden dokunmuş çizgili bir aba olan bicâda benzetir (a.g.e., s. 69).
Sâmî geleneğinde erkeklerin başlarını örtmeleri esastı. Ancak câriyeler gibi köle erkekler de statüleri gereği başlarını örtemezlerdi. Hür erkekler taç, kalensüve, takye, arakiye gibi adlarla anılan kumaş veya keçe bir külâh üzerine sarık sararlardı; bir rivayete göre Hz. Peygamber onu Arap'ın tacı olarak vasıflandırmıştır (Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, III, 87). Çok defa saçaklı olan sarığın ucu başın arkasına veya yanına doğru salınırdı. Emevî ve Abbâsîler döneminde kişiler toplum içindeki mevkilerine göre değişik başlıklar giymişlerdir. Abbâsîler devrinde daha çok nedimlerin giydiği başlığa "tahfîfe" deniyordu (Salâh b. Hüseyin el-Ubeydî, s. 90-91). Daha sonra Memlük sultanları da bunun büyük, küçük ve yuvarlak tabir edilen türlerini giymişlerdir (Mayer, s. 30-33). Memlükler'de zimmîler mensup oldukları dine göre değişik renkte, hıristiyanlar mavi, yahudiler sarı ve Sâmirîler kırmızı sarık sararlardı (a.g.e., s. 90). III. (IX.) yüzyıldan sonra kadılar kendilerine heybet ve vakar kazandırdığı düşüncesiyle "denye" adı verilen 1 arşın kadar uzunlukta bir başlık giymeye başladılar (Salâh b. Hüseyin el-Ubeydî, s. 94 vd.). Daha çok kādılkudâtlar, Hanefî ve Şâfiî kadıları sarıklarıyla beraber bir tür taylasan olan tarha takarlardı (Dozy, s. 254-262); bu başa örtülen ve bele doğru inen dört köşeli bir örtüydü. İbnü'l-Cevzî'nin verdiği bilgiye göre hükümdara hürmeten umumi kabul merasimlerine kādılkudâtlar dışında kimse taylasan veya tarha ile gelmezdi (el-Muntaẓam, X, 257). Süyûtî'nin Sultan Kayıtbay'ın huzuruna taylasanla girdiği için onu kızdırdığı ve kendini savunmak için bir risâle yazdığı bilinmektedir (İA, XI, 259).
Bazı Abbâsî halifeleri tahta çıkışlarında veya biat merasimlerinde üzerine siyah tülbent sarılmış, Bağdat'ın Rusâfiye bölgesinde imal edildiği için bu adla anılan bir başlık giymişlerdir. Halife Ebû Ca'fer el-Mansûr kalensüveyi sarayın resmî kıyafetinin bir parçası olarak kabul eder ve kendisi de bunun altın sırmalısını giyerdi. Kalensüve kadınların ve erkeklerin ortak olarak giydiği bir başlıktı (Salâh b. Hüseyin el-Ubeydî, s. 136 vd.). Kalensüveler kumaş, keçe, deri ve kürkten yapılmakta, bazan değerli taşlarla süslenmekteydi; samur veya başka kürkten olanlarını daha çok ümerâ sınıfı giyerdi. Kalensüvelerin uzun olanına "tavîle" denirdi. Mes'ûdî, Abbâsî Halifesi Müstekfî-Billâh'ın babasından kalan bir tavîle giydiğini yazar (Mürûcü'ẕ-ẕeheb, IV, 261). Denye ve tavîle Kâşgarlı'nın sözünü ettiği sukarlaç börk türleridir (DİA, VI, 327). Dozy, tavîlenin kendi yaşadığı dönemde Mısır'da giyilen tarpuş olduğunu söyler (Dictionnaire détaillé, s. 254). Hârûnürreşîd ve Me'mûn zamanlarında Fars kökenli vezirlerin etkisiyle İran kıyafetleri Abbâsî sarayına hâkim olmuştu. Yazılı kaynakların verdiği bu bilgiyi Mütevekkil-Alellah zamanında basılan paralardaki İran tarzı kıyafetler de somut biçimde desteklemektedir. Halife Mütevekkil kendi adıyla anılan yeni bir kıyafet modası icat etti. Saray görevlileri astarlı kumaştan yapılan ve "mütevekkiliyye" denilen bu elbiseleri giymek zorundaydı; halk ise bu kıyafeti giymesi için teşvik ediliyordu. Halife Müstaîn-Billâh da kıyafette birtakım değişiklikler yaptı ve uzun külâhları kısalttırıp bol yenli elbiseler giyilmesini emretti. Abbâsîler'de üst tabakaya mensup kadınlar başlarına çevresi altın zincirli ve kıymetli taşlarla süslü bir örtü takarlardı ki bunu Hârûnürreşîd'in kız kardeşi Uleyye'nin icat ettiği söylenir.
Câhiz'e göre Araplar'ın kıyafeti şiâr ve disâr olmak üzere ikiye ayrılır; içten giyilen izâr, kamîs, sirvâl gibi çamaşırlar şiâr, onların üzerine giyilen cübbe, ridâ gibi elbiseler ise disârdır (et-Tâc, s. 154). İzâr veya mi'zer, erkeklerin vücutlarının göbeklerinden dizlerinin bir karış altına kadar olan kısmını kapatan bir etek örtüsüdür. Hamamlarda bele sarılan peştemal ile erkek ve kadınların iç gömleklerine de bu ad verilir. Ancak izâr sonradan dış elbise anlamında da kullanılmıştır. Halife Hakem zamanında Kurtuba (Cordoba) kadısı mescide hüküm vermek için çıktığında üzerinde müverred izâr bulunurdu (Salâh Hüseyin el-Ubeydî, s. 183). Kadınların sokağa çıkarken giydikleri dış elbiseye de izâr denilmiştir. İzâr veya kamîs ile üstüne giyilen ridânın oluşturduğu takıma ise "hulle" denirdi (Aynî, I, 235).
Ön kısmında bir iki düğmelik yakası (ceyb) olan ve erkeklerin dizlerinden bir karış aşağısına, kadınların topuklarına kadar uzanan gömlek (kamîs; Geç Latince aracılığı ile camisia, camise, chemise gibi şekillerde Batı dillerine geçmiştir) sıcak ülkelerin başlıca elbiselerinden biridir. Rivayete göre Hz. Peygamber'in en sevdiği elbise kamîsti (Ebû Dâvûd, "Libâs", 3). Pamuk veya yün kamîslerin yen ve yaka kenarları ipek işlemeli olabiliyordu. Yanlarına yapılan ceplere divit, mushaf gibi şeyler konulurdu (Müsned, IV, 61; V, 374; M. Manazir Ahsan, s. 38). Resûl-i Ekrem elçileri karşılarken en güzel elbiselerini giyer ve ashabına da böyle yapmalarını söylerdi (Abdülhay el-Kettânî, II, 209). Resûlullah'ın zaman zaman 1000 dirhem, 4000 dirhem ve 50 dinar değerinde elbiseler giydiği, ayrıca yirmi dokuz deve verip bir elbise (hulle-sevb) satın aldığı rivayet edilir (a.g.e., II, 310). Hz. Peygamber kiri iyi göstermesi bakımından tercihen beyaz elbise giyer (a.g.e., III, 141), dikkat çekecek desenli elbiselerden hoşlanmaz, insanın imkânı dahilinde güzel giyinmesini tavsiye eder ve bunu Allah'ın verdiği nimetin kişinin üzerinde görülmesi şeklinde tanımlardı (Wensinck, el-Muʿcem, "nʿam" md.). Ona göre müminlerin, güzelin yüzündeki ben gibi dikkat çeken güzel ve temiz bir kıyafetle toplum içine çıkmaları gerekirdi (Ebû Dâvûd, "Libâs", 25). Ancak bir kimsenin giydiği elbise sebebiyle gurura kapılıp kendini beğenmesini ve kıyafet yönünden kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesini hoş görmezdi.
Kadınlar kamîslerinin altına sirvâl (şalvar) giyerlerdi. Sirvâlin dize kadar olanına ve gemi tayfalarının giydiği kısa deri şalvara "tübbân" denilirdi. Kamîs üzerine giyilen pelerin şeklindeki elbise ridâ, bürde, şemle gibi adlarla anılırdı. Bazı rivayetlerde bürdenin şemle ile açıklandığı görülür (Buhârî, "Libâs", 18). Abâ ve cübbe kamîs üzerine giyilen Câhiz'in ifadesiyle disâr türü dış elbiselerdi. Hadislerde, Hz. Peygamber'in giydiği Şâmî veya Rûmî (midraa, cümmâze) denilen (Buhârî, "Ṣalât", 7; Müslim, "Ṭahâret", 77; Tirmizî, "Libâs", 30), Bizans tarzı dar yenli bir cübbeden bahsedilmekte ve Prokopius, Bizanslılar'ın giydiği bu tür omuza doğru bollaşan dar kollu elbiselerin Hun modasının etkisinde kaldığını söylemektedir (Bizans'ın Gizli Tarihi, s. 48).
İslâm dünyasında yaygın biçimde kullanılan bir elbise türü de burnûstu. Günümüzde aynı adla anılan havlularda (bornoz) olduğu gibi kapüşonu bulunan bu tür elbiseler güneş ve kuma karşı baş ve boynun korunmasını sağlıyordu. Kadın kıyafetleri cilbâb dışında genelde erkeklerinkilerle aynı idi ve sadece renk ve süslemeleriyle, bazan da kumaş cinsiyle ayrılırdı. Meselâ za'feranla (safran) boyanmış kumaştan, saf ipek veya ipek karışık kumaştan elbiseler erkeklere haram kılındığı halde kadınlara helâldi. Ayaklara genelde iklim şartları gereği na'l (sandal), soğuk günlerde ise cevrâb (çorap) ile huff (mest) veya cürmûk (bir tür çizme) giyilirdi. Fâtımîler devrinde Kahire dokumacılığın en önemli merkeziydi. Saraya ait "dârü'l-kisve" adı verilen dikimevlerinde resmî elbiseler üzerine işlenen nakış ve işlemecilik son derece gelişmişti. Altın işlemeli kıyafetler ramazanın girişinde, son üç cumasında ve bayramlarla "vefâünnîl" denilen törenlerde halife tarafından vezirlere, emîrlere, valilere ve diğer bazı devlet adamlarına hil'at olarak verilirdi.
Kaynaklarda Oğuz, Türk ve Türkmen kıyafetlerinden bahsedilmesi Türkler'in İslâm'dan önceki kıyafetlerini koruduklarını göstermektedir. Kâşgarlı Mahmud'un verdiği bilgilerden çeşitli bölgelerde yaşayan Oğuz, Karluk, Çiğil, Kıpçak, Yağma, Kençek ve Uğrak gibi Türk kavimlerinin de kendilerine has kıyafetlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Türkler'in kıyafetleri biraz daha vücuda oturan modellerdeydi. Başlarına börk, vücutlarına kaftan, altına hırka, gömlek ve şalvar yahut potur, ayaklarına da çizme veya çarık türü ayakkabılar giyerlerdi. Bunlardan başka kuşak, kemer, uçkur, mendil ve eldiven gibi kıyafet çerçevesine giren yardımcı unsurlar da vardı (Köymen, III, 438 vd.); fistan dışında erkek kıyafetleriyle kadın kıyafetleri arasında fazlaca bir fark yoktu.
Osmanlı Dönemi. İslâm ve Türk dünyasında her dönemde devlet ve ileri gelenleri tarafından üzerinde durulan kıyafet, gelenek ve dinî değerler açısından giyilmesi tavsiye edilenedilmeyen, câiz olanolmayan şeklinde tasnif edilerek sosyal bir boyut kazanmıştır. Ortaçağ boyunca kurulmuş olan irili ufaklı Türk devletlerinde resmî ve hususî kıyafetlerin varlığı bilinmekle birlikte uygulamanın nasıl olduğu, halkın giyim-kuşamı hakkındaki bilgiler yetersizdir.
İlk Osmanlı kaynaklarında, Orhan Bey döneminde kardeşi Alâeddin Bey'in kıyafetle ilgili bazı düzenlemeler yaptığı, askerin başlığını kırmızıdan beyaza çevirdiği belirtilir. Özellikle XV. yüzyılın ikinci yarısında Fâtih Sultan Mehmed'in teşkilât kanunnâmesiyle protokol kıyafetlerinin belirlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. XVI. yüzyıldan itibaren de sistemli olarak devletin birbirinden farklı kesimler için kıyafet düzenlemeleri yaptığı görülmektedir. Seyfiye, ilmiye ve kalemiye, yani resmî yetkililerin statüleriyle kıyafetleri ve kadın-erkek, müslim-gayri müslim zümrelerin kıyafetleri ele alınarak yeni düzenlemelere gidilmiştir. Osmanlı kıyafet tarihini ele alırken meseleye geleneksel dönem ve Batılılaşma dönemi (Tanzimat öncesi ve sonrası) şeklinde bakmak daha uygun düşmektedir.
Kuruluştan XV. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı kıyafet anlayışı ve uygulaması hususunda bilgi yetersizliği vardır. Mevcut bilgiler daha çok resmî kaynaklıdır. Bu durum XVI. yüzyıl için de geçerlidir. Orhan Gazi devrinden itibaren özellikle askerleri diğer zümrelerden ayırt etmeye yönelik bazı özel kıyafetler benimsenmiştir. Fâtih Kanunnâmesi'nde kıyafetle ilgili bilgiler, vezirler, kazaskerler ve defterdara hil'at ve kışlık-yazlık elbise verilmesi, hizmetkârlarının mücevveze giymesi, kıdemli kâtiplerin uzun yenli kaftanla divana gelmesi, Has Oda oğlanlarına kaftan, takke ve pabuç, yeniçeri ve yayabaşılara çuha ve kavukluk astar verilmesinden ibarettir. XV. yüzyıl ortalarında Türkiye'ye yerleşmiş olan Isak Zarfati, Almanya ve Macaristan'daki Mûsevîler'i Osmanlı topraklarına davet ederken bu ülkede dindaşlarının en güzel elbiseleri aşağılanmadan giyebileceklerini yazıyordu. XVI. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren resmî ve hususî kıyafetlerin, müslüman ve gayri müslim kadın ve erkeğin başa, arkaya, ayağa giydikleri şeylerin malzemesi, değeri, rengi üzerinde düzenlemeler yapılmaya çalışılmış, bu yaklaşım Batılılaşma dönemine kadar sürmüştür.
Osmanlı saray teşkilâtının üç ana birimini oluşturan enderun ve bîrun ricâl ve hizmetkârlarının zengin kadrosu ve bunların her birinin şekli, deseni, üslûbu birbirinden oldukça farklı kıyafetleri vardı. Bu kıyafet zenginliğini XVI. yüzyıl ortalarından itibaren minyatürlerden takip etmek mümkündür. III. Mehmed'in sünnet düğününü tasvir eden Nakkaş Osman'ın ve III. Ahmed'in üç şehzadesinin sünnet düğünlerini tasvir eden Levnî'nin yüzlerce minyatürü arasında saray ricâl ve hizmetkârlarının kıyafetleri hakkında güvenilir örnekler bulunmaktadır.
Saray hareminden ise bazı vâlide sultan, haseki sultan ve padişah kızlarına ait Batılı ressam ve sanatkârların yapmış olduğu renkli tablolar ve siyah beyaz çizimler olmakla birlikte burada tasvir edilen kıyafetlere ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Padişah kıyafetleri konusunda en önemli kaynaklar yine minyatürler ve Batılı ressamların fırçasından çıkan tablolardır. Padişahların kıyafet tercihlerinde şahsiyetlerinin önemli rolü olmuştur.
Sarayın ehl-i hiref cemaatleri arasında yer alan ve XVI. yüzyılda sayıları 300'ün üzerinde olan saray terzileri (hayyâtîn-i hâssa) padişah ve saray halkının elbiselerini dikerdi. Bunların geliştirdiği moda çeşitli yollarla bütün imparatorluğa yayılırdı. Saray kıyafetlerinde özellikle padişah ve sultanlar için kullanılan kumaşlarla malzeme desen ve dokumaları bakımından çok değerli ve pahalıydı. Padişah kızları sultanların giyim kuşam konusunda öncülük ettikleri, dönemin modasını oluşturdukları bilinmektedir. Henry Blount XVII. yüzyılda bu durumu Fransız sarayı ile karşılaştırarak Yakındoğu'da da Türk sarayının modanın öncüsü olduğunu yazar (A Voyage into the Levant, s. 100). Üst seviyeli Osmanlı devlet adamları ve ulemâsı bir yıllık süreli tayinleri arası bekleme müddetini İstanbul'da geçirdiklerinden bunların hanımları, kızları saray ve İstanbul modasından haberdar olur, gittikleri Budin, Belgrad, Şam, Halep, Bağdat, Kahire gibi merkezlere bu modayı yayarlardı. III. Mustafa'nın kızı III. Selim'in kardeşi Hatice Sultan'ın Mimar Melling'den Batılı tarzı moda kıyafetlerin temini konusunda yararlandığı ve ona Latin harfleriyle mektuplar yazdığı bilinmektedir (Evren – Can, s. 78).
Osmanlı Devleti'nde kıyafetler hakkında XV. yüzyıl sonlarından başlayarak yerli ve yabancı ressamlar tarafından albümler yapılmıştır. Bunlar arasında hayalî ve tahminî olanları, birbirinden kopya edilenleri olmakla birlikte birçoğu müşahedeye dayanan orijinal albümlerdir. Bunlarda özellikle resmî kıyafetler ağırlık kazanmaktadır. Bu albümlerden ve merasimleri tasvir eden minyatürlerden anlaşıldığına göre sadrazam, vezir, bürokrat, askerî zümre mensuplarıyla şeyhülislâm, kazasker, nakîbüleşraf gibi ulemâ sınıfının kendilerine has kıyafetleri vardı. Beyaz renkli kıyafet bir ayrıcalığı sembolize ediyordu. Ignatius M. d'Ohsson, padişahın dünyevî ve uhrevî iki temsilcisi olan sadrazam ve şeyhülislâmın merasim elbiselerinin (sırmalı harvanî ve ferve-i beyzâ) beyaz olduğuna dikkat çeker.
Tarikat ve tasavvuf erbabının hırkaları, cübbeleri, gömlekleri, çakşırları ve özellikle bir "alâmet-i fârika" niteliğinde başlarına giydikleri kavuk ve külâhlarının şekil, renk zenginliği ve çeşitliliği onların hangi tarikata mensup olduğunu gösterirdi. Yerine göre sikke, taç külâh olarak da kullanılan bu kavuklar ve üzerine sarılan destarlar tarikatın ismiyle anılarak Rifâî kavuğu, Şâzelî kavuğu, Gülşenî kavuğu vb. diye söyleniyordu. Ayrıca bu kıyafetler üzerine takılan, asılan pek zengin bir takı eşyası vardı. En eski örneklerine minyatürlerde rastlanan tarikat kıyafetlerinin etnografya müzelerinde, türbe sandukalarında ve bazı tarikat şeyhlerine ait dergâh camilerde sergilenen şekillerine rastlamak mümkündür.
Anadolu Selçuklu döneminde hıristiyan ve yahudiler kıyafetlerine yaptıkları ilâvelerle belli olurlardı. İbn Battûta hıristiyanların başlarına mavi, yahudilerin sarı mendil takmakla ve saçlarının kısa oluşuyla, yine yahudilerin omuzlarına kırmızı bir kumaş parçası koymalarıyla tanındıklarını yazmaktadır. Osmanlı döneminde de XVI. yüzyılın ortalarından başlayarak Tanzimat'a kadar her devirde gayri müslimlerin kıyafetleriyle ilgili olarak pek çok ferman çıkarılmış, kıyafetlerin rengi, cinsi ve kalitesi üzerinde kısıtlamalar getirilmiştir. Nitekim Rebîülevvel 976 (Ağustos 1568) tarihli İstanbul kadısına gönderilen bir fermanda şu hususlara dikkat edilmesi isteniyordu: Yahudi ve hıristiyan feracelerinin "sürmaî karaca çuha" olup içine boğası kumaşından içlik giymeleri, kuşaklarının pamuklu-ipekli karışımı olması, tülbentlerinin sade bir şekilde takılması, ayakkabılarının siyah ve yassı yüzlü ve içi astarsız olması, kadınların ferace giymemeleri, eskisi gibi "fahir ve Bursa kutnusu"ndan fistan, ayakkabı olarak da kundra ve Şirvânî giymeleri, müslüman kadınlara benzer kıyafet giymemeleri gerektiği belirtilmişti. Ermeniler de yahudilerin giydiği gibi giyinecekler, ancak başlarına alaca kuşak saracaklardı. Ermeni kadınları ferace giymeyip fahir ve terlik, içlerine ise siyah ve sürmaî Bursa kutnusu, ayaklarına maî çakşır ve meşin iç edik ve Şirvânî başmak giyeceklerdi (Ahmed Refik, s. 72-73). Gerek bu fermanda gerekse bundan önceki yahut sonrakilerde temel alınan konu gayri müslim kıyafetlerinin müslüman kıyafetlerine benzememesiydi. Bir fermanda da yahudilerin kırmızı, hıristiyanların siyah şapka giyip her iki zümrenin de tülbent sarınmaması, bu konunun bezzâzistanda ve diğer halkın toplandığı yerlerde yüksek sesle duyurulması, uygulamadan İstanbul kadısı ve yeniçeri ağasının sorumlu olduğu belirtilmekteydi. Gayri müslim tebaaya böylesine ayrıntılı ve sistemli kıyafet uygulaması getirilmesi araştırmacılar arasında tartışma konusu edilmiştir. Bazı araştırmacılar bunu onların çoğunluk içerisinde küçük düşürülüp eritilmesinin, böylece onları müslüman olmaya zorlamanın bir yolu olarak izah ederken bazıları, kimliklerinin korunmasının ve böylece toplum içinde kendilerine tanınmış haklar çerçevesinde davranılmasının teminat altına alınması şeklinde yorumlamaktadır. Geçici olarak Osmanlı ülkesine gelen yabancı tüccar, diplomat ve din görevlilerinin ise giyim tarzlarına karışılmamakta, bazı durumlarda onlara müslüman kıyafeti giyme izni dahi verilmekteydi (Emecen, s. 65-66).
Kıyafet her dönemde hassas bir sosyal konu olmuştur. Sadece gayri müslim unsurlar değil bazı askerî grupların kıyafetleri de başlı başına bir mesele teşkil etmiştir. Özellikle ıslahat hareketleri sırasında oluşturulan yeni kıyafetler muhalif grupların tepki ve ayaklanma bahaneleri arasında yer almıştır. Nizâm-ı Cedîd askerinin elbiselerine karşı sert tepkiler buna örnek olarak gösterilebilir. Dönemin yazarları, bu kıyafetlerin bir "küfür alâmeti" sayılamayacağını çeşitli dinî ve aklî delillerle açıklama gereği duymuşlardır.
II. Mahmud döneminin (1808-1839) Türk kıyafet tarihinde önemli bir yeri vardır. Önce askerî kıyafetlerde, ardından sivil memur kıyafetlerinde geleneksel tarz terkedilerek Avrupa tarzı benimsenmiştir. Kavuk yerine fes, cübbe yerine setre, şalvar veya çakşır yerine pantolon giyilmesi şartı getirilmiş, daha sonra Abdülmecid ve sonraki padişahlar zamanında bu Avrupaî giyim şekli giderek yaygınlaşmıştır.
Edmondo de Amicis 1874'teki gözlemlerinde, kıyafet konusunda İstanbul'da eskiyi muhafazayı isteyenlerle yenilik taraftarı olanların mücadelelerinin açıkça görüldüğünü, gelenekçi Türk'ün sarık, kaftan ve sarı pabuç, Tanzimatçı Türk'ün setre veya İstanbulin ile pantolon giydiğini, diğer âdetlerde görülen değişmeyle birlikte bu iki grubun arasında bir uçurum oluştuğunu belirtir (İstanbul 1874, s. 138-140). Osmanlı kıyafet tarihinde gerek şekil gerekse kimlik olarak en çarpıcı özellikler başa giyilen külâh, kavuk ve feslerde görülür (bk. KAVUK).
Osmanlı döneminde çok zengin bir kıyafet terminolojisi oluşmuş ve çok yaygın olarak hukukî düzenlemelerde, resmî ve özel literatürde kullanılmıştır. Başa, arkaya ve ayağa giyilen Türkçe, Arapça ve Farsça, Tanzimat sonrasında ise ağırlıklı olarak Batı dillerindeki bu terminolojiyi açıklayan, renkli ve siyah-beyaz resimlerle gösteren sözlükler, albümler hazırlanmıştır. Ayrıca Mukaddime-i Kavânîn-i Teşrîfât, Defter-i Teşrîfât, Teşrîfât-ı Kadîme gibi mecmualarda merasimlerin özelliklerine göre giyilen elbiseler zengin bir terminoloji oluşturmaktadır.
Resmî ve sivil kıyafetlerle ilgili düzenlemelere Cumhuriyet döneminde de çok önem verilmiş ve çıkarılan kanunlarla giyim şekli belirlenmiştir. Böylece yeni Türk toplumunda modern bir görünüşün hâkim olmasına gayret edilmiştir. Özellikle Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün kıyafetleri, yakın çevresindeki devlet adamlarından başlamak üzere zamanla toplumun çeşitli kesimlerini içine alacak derecede önemli bir örnek oluşturmuştur.
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi