Arapça kıssa ile Farsça hân (okuyan / anlatan) kelimelerinden oluşan kıssahan yanında bazan kıssagû (kıssa söyleyen), kıssa-perdâz (kıssa düzenleyen), kıssa-güzâr (kıssa ortaya koyan) gibi tabirler de kullanılmıştır. Kıssa ile aynı kökten türeyen kāss kelimesi ise "kıssa ve destan anlatan" demektir. Şark-İslâm edebiyatlarında kussâs, kıssahan, nakkāl, rûzehan, perdedârî, meddâh, şahnâmehan kelimeleri de aynı veya yakın mânayı karşılamaktadır.
Câhiliye devri Arap sosyal hayatında "kasas" adı verilen kıssaların çokça anlatıldığı, her Arap kabilesinin şairi, hatibi veya kâhininin aynı zamanda birer kās olduğu bilinmektedir. Bu dönemdeki kıssaların konusunu daha çok "eyyâmü'l-Arab" olarak adlandırılan kabileler arası savaşlar teşkil etmekteydi. Bu savaşlarda gösterilen kahramanlıklarla yiğitlik ve cesaret örneklerinin anlatıldığı olaylar yanında şiir veya başka konularda nakledilen rivayetlerin bütününe "ahbâr" da denilirdi. İslâm öncesi Arap toplumunda iyi ahlâk ve iyi davranışları telkin eden, kötülüklerden korunmayı öğreten veya hoş vakit geçirmeyi sağlayan ahbâr ve kıssaların anlatılması özel bir meslekti. Bu kıssaların içinde Ehl-i kitaba ait unsurlar da yer almıştır.
Hz. Peygamber çok önem verdiği irşad hizmetinde vaaz ve nasihate ayrı bir yer vermiş, konuşmaları esnasında zaman zaman ibretli ve temsilî mahiyette kıssalar anlatmıştır. Ancak vaazlarda kıssa anlatma geleneği Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra yaygınlık kazanmıştır. Bu olayla parçalanan İslâm toplumunda çok geçmeden siyasî mezhepler ortaya çıkmış, bunların temsilcileri taraftar toplamak için uydurma hadisler, kıssalar ve hikâyeler nakletmeye başlamış, böylece siyasî vaazlar artmıştır. İslâm âlimleri ve özellikle muhaddisler kussâsa karşı çıkarak dinî maksatla kıssa anlatma, kıssahanlarda bulunması gereken nitelikler, emîrden izin alınmadan kıssa anlatılamayacağı gibi konular üzerinde önemle durmuşlardır. Bunun sonucunda kelime bir hadis ve irşad terimi haline gelerek kās, kassâs, kussâs, vaaz, vâiz gibi kavramlar ortaya çıkmış, bunlarla ilgili müstakil eserler yazılmıştır (Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, el-Ḳuṣṣâṣ ve'l-müẕekkirûn, Beyrut 1406/1986).
İran edebiyatında da köklü bir geçmişe sahip olan kıssahanlar, daha çok İslâmiyet'ten önceki İran kültür ve tarihinde mevcut efsanevî olayların yer aldığı kıssaları, bilhassa Şâhnâme'deki hikâyeleri ezbere naklettiklerinden şahnâmehan olarak da adlandırılmışlardır. Bunlara ayrıca meddah tarzında hikâye anlattıkları için "nakkāl", Kerbelâ olaylarını anlatanlara "rûzehan" (yasçı), bir perde önünde Ehl-i beyt'in başından geçen acıklı olayları nakledenlere "perdedârî" adı verilmiştir.
Eski Türkler'de millî menkıbeleri ve kahramanlık hikâyelerini saz eşliğinde manzum olarak anlatan şairler "ozan" diye adlandırılmıştır. Varlıklarını daha çok aşiret hayatı içinde devam ettiren ozanlar, özellikle Anadolu'da yerleşik hayata geçildikten sonra İslâmiyet'in de etkisiyle yerlerini büyük ölçüde meddahlara bırakmışlardır. Başta Hz. Peygamber olmak üzere din büyüklerini öven ve İslâmî konuları anlatan bu meddahlar zamanla din dışı konularda da kıssalar naklettiklerinden kıssahan adıyla anılmışlar, Şâhnâme'deki hikâyelere fazlaca yer verdiklerinden zaman zaman da şahnâmehan olarak adlandırılmışlardır. Ayrıca çeşitli toplantılarda genellikle na'tlar, münâcâtlar ve hükümdarlar için methiyeler okuyan ilk kıssahanlara "muarrif" adı verilmekteydi. Hükümdar saraylarında Resûl-i Ekrem'in ve ashabının hayatından, savaşlarından, daha sonraki dönemlerde gerçekleştirilen İslâmî fütuhattan, siyer-i nebîden bahseden kıssahanlara ise "siyerci" denilmiştir. Muarrif ve siyerciler de meddahlar gibi zamanla din dışı konulara ağırlık verince kıssahan adıyla anılmışlardır.
Dinî konulardan uzaklaşan kıssahanlar, zaman zaman dinleyicilerin ilgisini daha fazla çekebilmek için anlattıkları kıssalarda geçen çeşitli hayvanlarla canlıların ses ve hareketlerini taklide yönelmişler, konuları arasında açık saçık fıkralara ve hikâyelere de yer vermeye başlamışlardır. Ancak bazıları özellikle Hz. Peygamber'i, ailesini, din büyüklerini ve hükümdarları metheden kıssalar anlatmayı devam ettirdiklerinden bunlara yine meddah denilmiştir. Meddah unvanı zamanla genelleşerek anlatılan konulara bakılmaksızın hemen hepsi için ortak bir terim olmuştur.
Türk toplumunda XV. yüzyıldan itibaren başta büyük şehirler olmak üzere çokça rastlanan kıssahanlar, düzenli bir tahsil görmemekle beraber edebî terbiye almış zeki ve kabiliyetli kimselerdi. Konaklarda ve saraylardaki kıssahanlar içinde oldukça iyi eğitim görmüş, fikrî seviyesi yüksek kimseler de vardı. Bunlar padişahlara ve ileri gelen devlet adamlarına musâhiplik ve nedimlik yaparlardı. Zekâları ve kibarlıklarıyla efendilerinin en öfkeli zamanlarında bile münasebet düşürüp hoş bir söz veya güzel bir nükte ile onların öfkesini giderir, çeşitli ihsanlar görürlerdi. Bazan da halkın isteklerini padişah ve devlet adamlarına ileterek bunların gerçekleşmesine yardımcı olurlardı. Bundan dolayı Selçuklu hükümdarlarından başlayarak Osmanlılar'ın son dönemlerine kadar kıssahanlar sarayda önemli bir yere sahip olmuştur. Evliya Çelebi bunları sultan, vezir ve zenginlere musâhip olmuş meddahlar olarak tanıtıp sayılarının seksen kadar olduğunu, ellerinde asâ, bellerinde kitaplarla fesahat ve belâgat üzre kıssahan olarak gezdiklerini söyler (Seyahatnâme, I, 525; ayrıca bk. MEDDAH).
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi