Göçebe hayatından gelen ve geceyi geçirmek üzere bir yerde konaklamayı ifade eden konmak fiiliyle bu fiilin yerini belirleyen konak kelimesi, yerleşik hayatın sürekliliği içinde sivil mimarinin kalıcı unsurlarını belirleyen konut ve konak gibi terimlere kaynak teşkil etmiştir. Osmanlılar'da konak teriminin kullanımı günlük hayata giren "paşa konağı", "bey konağı" ve halen kullanılan "hükümet konağı" tabirlerinde olduğu gibi hemen her zaman belirgin bir sosyal statüye işaret etmektedir. Bununla birlikte bir sultan ya da hanım sultana ait yapıların "saray" olarak tanımlanması bu statünün vezir, paşa, ulemâ gibi devletin ileri gelenleriyle varlıklı kişileri kapsadığını gösterir. Topografik özelliklerine bakarak kıyı şeridinde bulunan konutları "yalı" ya da "sahilsaray", bir sayfiyede veya hasbahçede yer bulan konutları "köşk" ya da "kasır" olarak adlandıran Türk sivil mimarisi terminolojisinde konak terimi tabii olarak şehir dokusu içinde bulunan, varlıklı kişilerin bütün ailesi ve hizmetlileriyle bir arada ikamet ettiği büyük yapıları ifade eder.
Türk sivil mimarisindeki konak tipolojisi, sınırları tam olarak çizilememekle birlikte topografyaya bağlı olarak tek ya da ayrı kütleler halinde harem ve selâmlık bölümlerini içeren, bazı örneklerde bu bölümlerden birine bağlı olarak gündelik işlerin görüldüğü ve hizmetlilerin barındığı müştemilât, hamam, sarnıç gibi yapıların eklenmesiyle kompleks halde tasarlanmış olarak ortaya çıkar. Ahır, hizmetkâr odaları, servis birimleri vb. mekânlarla kuşatılan geniş bir kapalı avlu niteliğindeki taşlıktan oluşan zemin kat üzerinde bir ya da iki katlı olarak yükselen konaklarda sayıları on ile kırk arasında değişen odalar bulunabilmektedir. Öte yandan bir sarayı andıran, Mercan'daki 1865 tarihli Âli Paşa Konağı gibi bunun çok üstünde odası bulunan, ancak sahibinin statüsü ve konumu sebebiyle konak şeklinde tanımlanan örnekler de vardır. Bundan başka Birgi'deki Çakır Ağa Konağı, Tokat'taki Yağcıoğlu Konağı ve Amasya'daki Hazeranlar Konağı gibi mütevazi büyüklüklere sahip olan bazı evlerin konak olarak adlandırılması, ait bulundukları ailenin yörenin ileri gelenlerinden olmasıyla ilgilidir.
Konakların, topografyanın elverişli olduğu yerlerde çevre duvarlarıyla kuşatılan bahçeler içinde ele alındığı dikkati çeker. Günümüze hemen hemen hiç değişmeden ulaşabilmiş harem bölümü ile hamam ve mutfak birimlerini de içeren, zamanımıza kadar gelememiş selâmlık bölümü ile birlikte iki ayrı yapıdan oluşan Bebek'teki 1751 tarihli Kavafyan Konağı, tek bir kapı ile sokağa açılan çevre duvarlarıyla kuşatılan meyilli bir arazi üzerine yerleşmiştir. Selâmlığı hemen hemen merkeze alan dağınık yerleşim anlayışı bu dönemde özellikle sayfiye bölgelerinde sıkça karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan aynı uygulamanın görüldüğü Üsküdar'daki 1793 tarihli Afganîler Tekkesi, işlevi farklı olmakla birlikte konut mimarisi çerçevesinde incelenmesi gereken yapılar arasındadır. Nitekim birçok tekkenin tesisi, tarikatın müridleri arasında yer alan varlıklı kişilerin bağışladığı konaklara meşihat konulmasıyla gerçekleştiği, birçoğunun da kiraladıkları ya da satın aldıkları konaklarda faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Geniş bir bahçe içinde yer alan Afganîler Tekkesi bunların ilk ve en özgün örneğini oluşturduğu gibi yapıya külliye niteliği kazandıran servis birimlerinin, yerini aldığı konağın yerleşim düzenini ve mimari programını devam ettirdiği anlaşılır. Halen varlığını sürdüren selâmlık kısmının dönemin tipik mekân kurgusunu yansıtan divanhâneli tasarımı da bu yapı türünün sivil mimarlıkla ilişkisinin çarpıcı bir örneğini teşkil etmektedir.
Öte yandan özellikle İstanbul'un sur içi gibi konut dokusunun elverişli olmadığı yerlerdeki konaklarda bahçelerin daraldığı ve hatta kullanılmadığı görülür. Bu yapılarda girişin doğrudan sokağa açıldığı ve haremle selâmlık bölümünü birleştiren tek kütleli tasarımların öne çıktığı dikkati çeker. Bugün ortadan kalkmış olmakla birlikte hakkında oldukça fazla şey bilinen Lâle Devri yapılarından Kaptan Paşa Konağı'nda, taşlık girişleri sokağa açılan harem ve selâmlık bölümlerini tek kütlede toplayan bir tasarımın uygulandığı kaydedilir. Bir süre eczacı ve dişçi mekteplerine mesken olan Kadırga'daki Menemenli Mustafa Paşa Konağı da eş büyüklüklü harem ve selâmlık bölümlerini tek kütlede birleştiren bir tasarıma sahipti. Konut mimarisinde önemli bir dönüm noktası olan Lâle Devri'nden itibaren dikkate değer bir gelişim gösteren tek kütleli tasarımlarda görülen, farklı işlevlere sahip harem ve selâmlık bölümleri arasındaki ilişkinin tesisi konak mimarisinin de en özgün yönünü oluşturmuştur. Nitekim bugün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin yer aldığı alanda bulunan, bir süre İstanbul Dârülfünunu'na ev sahipliği yapmış olan 1864 tarihli Zeynep Hanım Konağı, başarılı bir kütle kompozisyonu sağlayan mâbeyin bölümü kurgusu ile bu ilişkinin çarpıcı bir örneğini sergilemekteydi. Ayrıca konağın empire üslûplu, simetrik bir kurgu gösteren cephesindeki doğrudan sokağa açılan gösterişli kapısı da geleneksel mimarinin sokağa kapalı olmaya zorladığı zemin kat tasarımlarını terkeden dışa dönük bir anlayışa sahipti. Bu durum, 1850'lerden itibaren Batı'nın kültürel ve ekonomik baskısı altında gelişen yeni hayat şeklinin ortaya çıkardığı bir uygulama olarak Timurtaş mahallesindeki günümüze ulaşmayan Ferid Paşa Konağı ve Molla Hüsrev mahallesindeki XIX. yüzyıla ait Kayserili Ahmed Paşa Konağı gibi tasarım olarak geleneğe bağlanan yapılarda dahi yalın çizgilerle de olsa karşımıza çıkmaktadır. Son dönemin özgün sivil mimarlık örnekleri arasında yer alan Sultanahmet'teki Abdurrahman Sâmi Tekkesi'nin Reşad Efendi Konağı'nın tamir edilmesiyle oluşturulan, harem ve selâmlık bölümlerini içeren tek kütleli binasında ve Üsküdar'daki Özbekler Tekkesi'nin, bu işleve hizmet edecek şekilde donanmış olmakla birlikte yapısı itibariyle bir konak olan, Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılan 1844 tarihli binasında da kapıların doğrudan sokağa açıldığı görülmektedir.
Konaklardaki iç mekân biçimlenişinde en azından XVIII. yüzyıla kadar dış sofalı ve divanhâneli tasarımların ön planda olduğu sanılmaktadır. Bu açıdan Afganîler Tekkesi'nin çift eyvanla genişletilen divanhânesiyle İstanbul'daki en eski sivil mimarlık örneği olan, deniz kıyısında yer alan bir konak olarak nitelendirebileceğimiz Amcazâde Hüseyin Paşa Yalısı'nın selâmlık divanhânesi fikir verebilecek en önemli örneklerdir. Ancak bu yapıda görüldüğü gibi, divanhâneli ve dış sofalı tasarım şemasının İstanbul'un kültürel ortamı ve saray çevresinde gelişen hayat biçimleri içinde değişik varyantlarla incelenerek geliştirilmesiyle ulaşılan orta sofalı mekân kurgusu, özellikle Lâle Devri'nden itibaren konak mimarisine ağırlığını koymuştur. Bebek'teki Kavafyan Konağı'nın harem kısmında "karnıyarık" olarak tanımlanan her köşesine birer oda yerleştirilmiş çift eyvanlı, orta sofalı tasarımla Kaptan Paşa Konağı'nın harem ve selâmlık bölümlerindeki, köşelerine odalar yerleştirilmiş dört eyvanlı orta sofa tasarımı, iç mekân biçimlenişinde en sık rastlanan uygulamalara karşılık gelmektedir. Misafir kabulü, sohbet ve hatta yemek gibi ortak gündelik işlevlere sahip olan orta sofayı kuşatan çok fonksiyonlu odalarda da yeme içme, yatıp kalkma gibi işlevler sürdürülmekteydi. Mekânların mefruşatında ise pencere önlerine yerleştirilen sedirler, yatak ve yorganların konduğu yüklükler, çeşitli eşyaların konduğu niş ve dolaplar, ısınmak için mangal ve ocaklar önemli yer tutmaktaydı. Dekorasyona katılan ahşap süslemeler, perdeler, halılar, Kavafyan Konağı'nda olduğu gibi döneminin üslûp özelliklerini yansıtan nakışlar ve resimler de mefruşatın önemli unsurları arasında yer almaktaydı.
Bu tasarım şeması, Batılı tesirlerin mimarimizi yoğun biçimde etkilediği dönemde dahi terkedilmemiş, XIX. yüzyılda yaygınlık kazanan oval ve yuvarlak planlı sofaların kullanımında kendini gösteren güçlü sentezlerin yanı sıra, Zeynep Hanım Konağı ya da Saraçhane'deki 1865 tarihli Subhi Paşa Konağı örneklerinde olduğu gibi bazan yozlaşmaya varan değişik varyasyonlarla varlığını sürdürmüştür. Öte yandan hânedan yapılarının daha çok seremoni kurallarına göre şekillenen tasarımlarından etkilendiği anlaşılan bu şemanın hânedanla yakın ilişkiler içinde bulunan ve devlet kademelerinde önemli görevler alan zümrelerce tercih edildiği, bu kurallarla pek haşir neşir olmayan toplumun daha alt katmanlarının bu hususta fazla istekli olmadığı görülür. Daha çok Eyüp, Üsküdar, Kadıköy gibi önemli banliyölerde görülen, gelenekle bağlarını henüz koruyan bir hayat sürdüren ailelerin barındığı büyük konutlarda, arsanın durumu ya da ev sahibinin isteği doğrultusunda biçimlenen fonksiyonel mekân kurgularıyla karşılaşılmaktadır.
Saray çevresinde gelişen yeni hayat şekliyle birlikte İstanbul'da yerini iç sofalı tasarımlara bırakmış olan, geleneksel Türk yaşayışının şekillendirdiği, dış sofalı olarak tanımlanabilecek hayatlı ev tasarımları ise Batı ve Güney Anadolu'daki konak mimarisinde daha çok iklim şartlarına bağlı olarak varlığını sürdürmüştür. Seyahatnâmelerdeki bilgi ve gravürlerden İstanbul'da da yaygın bir kullanımı olduğu anlaşılan hayatlı Türk evi tasarımının uygulandığı Birgi'deki Çakır Ağa Konağı, taşra üslûbunun naif örneklerini içeren resim ve süslemeleriyle dikkati çekmektedir. Aynı tasarımı mahallî hayat tarzı farklılığıyla bulduğumuz Urfa'daki Kürkçüoğlu Konağı ise hayatın yerini alan geniş bir avlu çevresine dizilen harem, selâmlık ve servis birimleriyle içe dönük yaşayışın şekillendirdiği mahallî bir üslûba işaret eder. İklim özellikleri bakımından İstanbul'a benzeyen Safranbolu, Kastamonu, Ankara, Tokat, Amasya ve Sivas'ta ise başşehir menşeli orta sofalı mekân kurgusunun mahallî zevkleri, gelenek ve gerekliliklerle birleştiren özgün ve mütevazi tasarımlar halinde uygulandığı görülmektedir.
Konaklardaki malzeme tercihi, taşlık kısmını içeren zemin katı dışında İstanbul için büyük oranda ahşap malzeme üzerinedir. Zemin katın duvarları ise çoğunlukla taş malzeme ile mümkün mertebe açılımsız olarak oluşturulmakta, bunun üzerine ahşap karkaslı bina kütlesi inşa edilmektedir. Zemin katın sağır kurgusuna karşılık üst katlarda eliböğründelere oturan çıkmalar, cumbalar, kafeslerle örtülen çok sayıda pencere ve geniş saçaklarla son derece hareketli bir görünüm sergilenmekteydi. Yangınların meydana getirdiği büyük tahribata ve 1660'taki Cibali yangınından sonra ahşap ev yapılmasına izin vermeyen fermana rağmen bu tercih hiçbir şekilde değişmemiş, XIX. yüzyılın ikinci yarısında inşaat tekniğindeki gelişmelerle artan kâgir malzeme kullanımı bile ahşabın yanında sönük kalmıştır. Zeynep Hanım Konağı, 1867'de yaptırılan ve bugün İstanbul Üniversitesi'nin Eczacılık Fakültesi'ne ev sahipliği yapan Fuad Paşa Konağı, bu üniversitenin Tıp Tarihi Enstitüsü'nün bulunduğu Subhi Paşa Konağı, Vefa Lisesi'ne ev sahipliği yapan Mütercim Rüşdü Paşa Konağı, Millî Eğitim Müdürlüğü'nün bulunduğu Rauf Paşa Konağı kâgir malzeme ile oluşturulmuş önemli konaklardandır. Bununla birlikte kâgir bir yapı olan Âli Paşa Konağı'nın 1911'deki Çırçır yangınında duvarları dışında tamamen yanması, sıkışık şehir dokusu içinde bu uygulamanın da pek yararlı olmadığını göstermiştir.
Anadolu'daki konaklarda karşımıza çıkan malzeme tercihi malzemenin teminindeki kolaylık ölçüsünde değişkenlik gösterir. Batı ve Kuzey Anadolu'da ahşap başlıca malzeme olarak görülmekteyse de İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da taş malzeme ahşabın önüne geçmektedir. Özellikle karkas ve beden duvarlarında kullanılan taş malzeme Urfa, Mardin, Kayseri, Erzurum ve Kapadokya'da özgün bir konut mimarisinin oluşmasını sağlamış olmakla birlikte iç mekânların süslemesinde ve diğer kısımlarda ahşabın taş süslemeden hiç de aşağı kalmayan bir kullanım alanı bulduğu gözlenir.
Yörelere göre değişen zevkler ve hayat tarzlarına bağlı olarak değişik örnekler sergilemekle birlikte Anadolu'da bütün Osmanlı dönemi boyunca varlığını sürdüren geleneksel Türk evi tasarım şemasının farklı malzeme ve tasarım tercihleri bir yana bırakılacak olursa genel hatlarıyla Orta Asya'dan itibaren izlenebilmesi, bu yapı grubunun da Türk mimarisinin geleneksel çizgisi içinde değerlendirilmesi gerektiğini göstermiştir. Nitekim Horasan ve Mâverâünnehir'de X-XII. yüzyıllar arasına tarihlenen konutların mihmanhâneli tasarımlarında görülen, Orta ve Ön Asya'nın merkezî mekân geleneğinin Osmanlı sivil mimarisindeki etkisi tartışılmamaktadır. Ancak farklı etkenlerin ve hayat şekillerinin biçimlendirdiği Osmanlı sivil mimarisinin gerek menşeini gerekse üzerine yerleştiği coğrafyanın eski geleneklerini aşan, son derece karakteristik bir hüviyet kazandığı açıktır. Özellikle Osmanlı mimarisinde Batılı etkilerin yoğunlaştığı XVIII. yüzyıldan itibaren geleneksel ölçütlerin mütevazi çizgisinden kopup barok, rokoko, empire, klasik ve "artnouveau" üslûplarının canlı ve hareketli unsurlarıyla zenginleşerek kendine özgü bir kimlikle karşımıza çıkan, dünya tarihinin en ilgi çekici sivil mimarlıklarından birini ortaya koymuştur.
Bugün şehir dokusunda kapladıkları geniş alanlar dolayısıyla bilhassa büyük şehirlerle gelişmekte olan merkezlerde tehdit altındaki konakların yangınlar ve ilgisizliğin yol açtığı tahribatlar sebebiyle sayıları her geçen gün azalmaktadır. Sivil mimarimizin önemli örneklerini oluşturan bu yapıların resmî ve sivil kuruluşlara tahsis edilerek ya da Anadolu'da birçok örneği bulunan müzeev şekline getirilerek yaşanılan mekânlar halinde bir işlev kazandırmak suretiyle korunması geleceğe intikalleri açısından son derece büyük önem taşımaktadır.
Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ