Araştırmacıların çoğu, eserin Şeyh Bedreddin'in idamından sonra müridleri tarafından kitap haline getirildiği görüşündedir. Müellifin torunu Hâfız Halil, 864 (1460) yılı civarında kaleme aldığı dedesine ait menâkıbnâmede Vâridât'ın bizzat dedesi tarafından yazılan son eser olduğunu, onun idam kararından bir gün önce rüyasında Hz. Peygamber'i, dört halifeyi ve Ebû Hanîfe'yi gördüğünü, onlara Vâridât'ı hediye ettiğini söyler (Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Manâkıbı, s. 131-132). Hâfız Halil'i güvenilir kabul eden Abdülbaki Gölpınarlı'ya göre kitap, Şeyh Bedreddin hayatta iken dervişleri tarafından Türkçe derlenmiş ve bizzat onun tarafından Arapça'ya çevrilmiştir (Simavna Kadısıoğlu, s. 30). İlhâd ve zındıklığa dair fikirler içeren Vâridât'ın Şeyh Bedreddin gibi bir fıkıh âlimine nisbet edilmesini doğru bulmayan kişiler de vardır (Vâridât [trc. Yener], s. 44; Dindar, Šayḫ Badr al-Dīn, s. 51; Ocak, s. 191). Müellifin Leṭâʾifü'l-işârât, et-Teshîl ve Câmiʿu'l-fuṣûleyn gibi fıkıh kitaplarında esere atıfta bulunmamasını, bu kitaplarda eserin muhtevasına uygun fikirler ileri sürmemesini delil kabul eden bu yaklaşımın Şeyh Bedreddin'in Mısır'da Hüseyin el-Ahlâtî'den tasavvuf terbiyesi gördüğüne, Rumeli'de şeyhlik yaptığına, hem fakih hem mutasavvıf olan çağdaşı Molla Fenârî gibi Ekberiyye mektebine intisap ettiğine, Vâridât'ta kaydedildiği üzere mâna âleminde Muhyiddin İbnü'l-Arabî ile görüştüğüne, hatta Dâvûd-i Kayserî'nin Fuṣûṣü'l-ḥikem şerhine hâşiye yazdığına dair bilgiler dikkate alındığında isabetli olmadığı söylenebilir.
Vahdet-i vücûd anlayışıyla yazılmış vâridler içeren Vâridât, muhteva açısından Şeyh Bedreddin'in mebde ve meâd hakkındaki düşünceleri ve sûfîyane müşahedeleri olarak iki bölüm halinde değerlendirebilir. Kitapta fikir ve müşahedelerin vâridât ve fütuhat türü eserlerde görüldüğü gibi birbiriyle irtibatsız anekdotlar halinde olması, mukaddime, bab ve fasıl içermemesi modern yazarlarca bir eksiklik sayılmışsa da bu husus bu literatüre özgü doğal bir durumdur. Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi'nin Vâridât tercümesindeki konu başlıklarına göre eserde 101 vârid yer alır. Kitap, "Bil ki âhiret halleri cahillerin zannettiği gibi şehâdet âleminden değil emir, gayb ve melekût âlemindendir. Konuya dair peygamberlerin ve sûfîlerin söyledikleri doğrudur. Lâkin iş bu sözleri anlamaktadır" vâridiyle başlar (s. 13); "Bu âlemde iki yön vardır, biri güzellik, diğeri çirkinlik. Hak Teâlâ bir kuluna bir işi işletmek isterse ona işin güzel yanını gösterir, kul da o işi işler. Eğer bir şeyi terkettirmek isterse ona o şeyin çirkin ve kötü tarafını gösterir, kul da o işi terkeder" vâridiyle sona erer (s. 75-76). Müellifin keşf, keramet ve müşahedelerini naklettiği vâridlerde ilm-i ilâhîye dair meseleler izah edilmektedir. Meselâ gaybdan gelen yeşil elbiseli iki kişinin kendisine Hz. Îsâ'nın ölü bedenini göstermesi Îsâ'nın unsurlardan müteşekkil bedeninin ölü, ruhunun diri olduğuna; kendisinin bazan kendini beş duyu ile görünmez ve hissedilmez biçimde ruhanîleşmiş olarak algılaması ruhun sadece görünmek için bedene büründüğüne, bedenin ruhu izhar etmekten başka bir rolünün ve gerçekliğinin bulunmadığına; kitap okumakta iken birden tanımadığı birinin hayalinde canlanıp ertesi günü o kişinin kendisini ziyarete geldiğini müşahede etmesi bazı gaybî şeyleri vukuundan evvel bilmenin mümkün olduğuna ve her şeyin bâtından zuhur ettiğine; bir gece hücresinde murakabe halinde iken ruhunun ocakta yanan bir odunun sesinin aynısını çıkardığını duyup sahv haline geldiğinde gerçekten orada yanmakta olan odunun aynı sesi çıkardığını gözlemesi varlıktaki eşyanın aynı ilâhî cevheri taşıdığına ve vahdet-i vücûdun ispatına; Fuṣûṣü'l-ḥikem'i okuduğu bir perşembe gecesi sabaha doğru mâna âleminde İbnü'l-Arabî'nin kendisine, "Şeytanı bu âlemden atmak istedim ve attım, şimdi bu âlemde bazı izlerinin dışında şeytan kalmadı" demesi, İbnü'l-Arabî'nin şeytanın temsil ettiği vehim gücünden tamamen kurtulup mutlak tevhide erdiğine, bazı kimselerde ise vehim gücünün hâkimiyetinin hâlihazırda devam ettiğine işaret eder (s. 23, 40-42, 61-62, 64-65, 69, 71, 72-74).
Vâridât'ın temel konusu vahdet-i vücûddur. Müellif eserin çeşitli yerlerinde ulûhiyyet anlayışını açıklarken mutlak ve biricik varlığın Hak'tan ibaret bulunduğunu, zâtının gereği olarak ve muhabbet sâikiyle Hakk'ın zuhura meylettiğini, mümkün varlıkların bu zuhur sebebiyle ve Hakk'ın isim ve sıfatları vasıtasıyla varlık kazandığını, Hakk'ın zâtının her şeyden münezzeh olmakla birlikte her şeye varlık vermesi itibariyle eşyanın "ayn"ı olduğunu, varlıkta göreceli ikilik ve mutlak birlik bulunduğunu, vahdet-i vücûdu en kâmil tarzda insân-ı kâmilin yansıttığını kabul eder (s. 15, 17-18, 27-28, 30-35, 55-56, 62-63, 68). Kıyamet ve âhiret ahvali, ruh-beden ilişkisi, melek, cin, şeytan gibi gaybî varlıklar, iyilik-kötülük problemi, âlemin kıdemi, şeyh-mürid ilişkisi, rüyanın gerçekliği ve eşyanın hakikatinin bilinmesi (mârifet) gibi birçok tasavvufî mesele bu ilke bağlamında yorumlanır. Şeyh Bedreddin'e göre fikir ve nazar yolu yani felsefe ve kelâm eşyanın hakikatini ve Tanrı-âlem-insan ilişkisini tam olarak idrakten uzaktır. Bâtının tasfiyesiyle bir şeyi keşf ve izhar etmek her müminin izlemesi gereken sağlam yoldur. Bu yolda yürümek ancak peygamberlere uymakla gerçekleşir. Kuşeyrî ve Gazzâlî'nin tasavvufa dair kitaplarının taklidle tahkik arasında yazılmış eserler olduğunu belirten Şeyh Bedreddin'in bütün fikirlerinde İbnü'l-Arabî'nin etkisi bulunmakla birlikte ıstılahlara vukuf ve meselelerin çeşitli yönleri gözetilerek izah edilmesi noktasında Ekberiyye mektebine mensup sûfî müelliflerin metinlerindeki dikkat ve incelikten uzaktır.
Esere hem sûfîler hem ulemâ tarafından çeşitli eleştiriler yöneltilmiştir. Bunlar temelde iki konuya, kıyametin ve cismanî haşrin inkârı ile âlemin kadîm olmasına dairdir. Müellif, cismanî haşr konusunda bedenin öldükten sonra dört unsurdan meydana gelen terkibinin çözülüp fenâ bulacağını, bir daha eskisi gibi aynı terkibin teşekkül etmeyeceğini ve bedenin ölümle birbirinden ayrılan her bir parçasının aslına döneceğini, ardından melekût âleminin cinsinden bir latif sûrete bürünerek yeni bir terkibin gerçekleşeceğini ileri sürer (s. 13, 24, 54-55). Vâridât şârihleri, İbnü'l-Arabî'nin Fuṣûsü'l-ḥikem'inin Yûnus faslına atıfla haşrin ve âhiret hayatının misal âleminde vuku bulacağını, haşrin cismanîliğinden kastın dünya hayatında görüldüğü gibi bir maddîlik değil ruhla madde arasındaki berzah ya da misal âlemine uygun bir cismanîlik olduğunu söyler (Ocakoğlu, s. 65). İsmâil Hakkı Bursevî, pîri Aziz Mahmud Hüdâyî'nin aksine Vâridât'ın başındaki ifadelerin inkâr içermediğini belirtir. Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım, kitaptaki vâridlerin seyrüsülûk ile ulaşılan mertebede elde edilen neticeler kabilinden sayılabileceğini, ârifler zümresinden olan Şeyh Bedreddin'in hakka'l-yakīn mertebesine ulaşamadığından daima ruhaniyetle meşgul olduğunu, cismâniyata iltifat etmediğini, bu sebeple haşr-i ecsâdı inkâr ettiğini ileri sürer (Vâridât [trc. Mûsâ Kâzım], s. 3). Vâridât'a yönelik ikinci eleştiri noktası, müellifin âlemin sonradan yaratılmış (hâdis) değil ezelî ve kadîm olduğunu ikrar ettiği iddiasıdır. "Âlem cins, nevi ve mutlak şahsıyla kadîm olmakla beraber hâdistir. Fakat bu hâdislik zamana bağlı değil âlemin zatına mahsus bir hâdisliktir" (s. 20) cümlesini şerheden Nakşibendî şeyhi Abdullah-ı İlâhî'ye göre bu "kilit" mesele bazı nüshalarda yer almamaktadır. Bununla birlikte müellif bu cümlesiyle âlemin dışta zuhur etmeden önce Allah'ın ilminde ezelî ve kadîm olduğunu, Allah'ın varlık vermesiyle varlık sahasında göründüğünü, bu anlamda âlemin hudûsundan bahsedilebileceğini kastetmiştir.
Sûfîler arasında Vâridât'a en ciddi tenkit Halvetî şeyhi Nûreddinzâde Muslihuddin Efendi'den gelmiştir. Muslihuddin Efendi, er-Red ʿale'l-Vâridât adlı eserinde Şeyh Bedreddin'i dört konuda eleştirir: Nasların te'vili, âhiret, melekler ve mücerred varlıklar, varlık anlayışı. Ona göre Şeyh Bedreddin, Gazzâlî'nin eleştirdiği şekilde bir tür Bâtınîliğe sapmaktadır. Vâridât'ın hemen başında zikredilen, "Kur'an'ın zâhiri, bâtını vardır" hadisinden hareketle bâtın anlamın çocuk mürebbisi konumundaki peygamberler tarafından gizlendiği iddiası kabul edilemez bir yaklaşımdır. Te'vilde zâhirî anlamla çelişen bir bâtınî anlama ulaşmak nasta amaçlanan ilâhî muradı yanlış anlamaktır. Nûreddinzâde, Şeyh Bedreddin'in âhiret meselesinde kavram kargaşasına düştüğünü, insanların zihinlerindeki âhiret mefhumunu yıkıp dünyevî hayatta ahlâka ve şeriata karşı ilgisizliğe yol açtığını söyler. Ona göre Şeyh Bedreddin melekleri salt kuvvelere indirgemekle onların objektif gerçekliklerini de ortadan kaldırmıştır. Vâridât'ta geçen vahdet-i vücûdla alâkalı kısımların Abdullah-ı İlâhî ve Şeyh Yavsî tarafından İbnü'l-Arabî'nin fikirleri doğrultusunda keyfî biçimde açıklanması Nûreddinzâde'nin bir başka eleştiri noktasıdır. Eser ulemâ kesiminin de şiddetli hücumlarına mâruz kalmıştır. Şeyhülislâm Alâeddin Arabî (ö. 901/1496) "kötü koku" yaydığı düşüncesiyle kitabı yaktırmaya kalkışmış, Ebüssuûd Efendi, Şeyh Bedreddin'in yolundan gidenleri tekfir etmiştir. Vâridât'a yönelik tepkilerin XIX. yüzyılda da devam ettiği anlaşılmaktadır. İstanbul'da Vâridât nüshalarını bulmanın güç olduğunu, zira Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey'in insanların inancına zarar vereceği endişesiyle kitabı satın alıp yaktırdığını söyleyen Ahmed Cevdet Paşa'ya göre Vâridât, Fuṣûṣ'u taklit yoluyla yazılmış bir risâledir (Kısas-ı Enbiyâ, XX, 1746).
Vâridât şârihi Harîrîzâde ile Niyâzî-i Mısrî eserin en güçlü savunucularıdır. Harîrîzâde "şehidlerin kutbu" diye nitelediği Şeyh Bedreddin'in gerçekte asılmadığını, idam sehpasına götürülmeden önce abdest alıp namaz kıldığını, namaz esnasında ruhunun bedeninden ayrıldığını, sadece ölü bedeninin idam fermanı yerini bulsun diye darağacında sallandırıldığını, kendisini çekemeyenlerin şeriata bağlı bu Hanefî âlimine eziyet ettiklerini söyler. Ona göre Abdullah-ı İlâhî, Şeyh Yavsî ve Muhammed Nûrü'l-Arabî Vâridât'ı lâyıkıyla anlayıp açıklamış, Nûreddinzâde ise sadece bazı meseleleri tenkit etmiştir. Harîrîzâde, mutasavvıflardan gelen bu türden eleştirilerin "zemmetme tarzında medih" kabul edilmesi gerektiğini, Vâridât'ın özünde şeriata aykırı tek bir satır bile bulunmadığını ileri sürer (Ocakoğlu, s. 58-60). Niyâzî-i Mısrî, "Muhyiddîn ü Bedreddîn ettiler ihyâ-yı dîn / Deryâ Niyâzî Fusûs enhârıdır Vâridât" diyerek Şeyh Bedreddin'i İbnü'l-Arabî ile aynı kategoride değerlendirir. Tasavvufta Şeyh Bedreddin tavrını devam ettiren Mısrî'nin Tuhfetü'l-uşşâk'ı konu ve üslûp açısından Vâridât'ı çağrıştırır. Köstendilli Süleyman Şeyhî'ye göre hakîkat-i Muhammediyye konusunu işleyen Vâridât'ta mutasavvıfların gizleyerek dile getirdikleri vahdet-i vücûd hakikatini Şeyh Bedreddin kendisine izin verildiğinden ya da mecbur olduğundan alenen ifade etmiştir.
Cumhuriyet sonrasında Şerefeddin Yaltkaya'nın Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adlı çalışmasının ardından (İstanbul 1924) Şeyh Bedreddin ile Vâridât'ı hakkında çeşitli yayınlar yapılmıştır. Bunların önemli bir kısmı ideolojik etkenlerle kaleme alınmış, gerçekte bir mutasavvıf-âlim olan Şeyh Bedreddin'e "Osmanlı'da ateizmin, panteizmin, anarşizmin, komünizmin ve materyalizmin öncüsü" gibi haksız yakıştırmalarda bulunulmuştur. Bazı çalışmalar Vâridât'ı ilâhiyata dair bir kitap şeklinde değerlendirmekle birlikte bir tasavvuf metni olarak ele alınması hususunda eksiklikler bulunmaktadır. Vâridât'a şerh yazma geleneği Abdullah-ı İlâhî ile başlamış (Keşfü'l-Vâridât, Ekrem Demirli, Abdullah İlâhî'nin Keşfu'l-Vâridât Adlı Eserinin Tahkîki, yüksek lisans tezi, 1995, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), Şeyh Yavsî (Tahkīku'l-hakāik fî şerhi keşfi esrâri'd-dekāik, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 25, vr. 1b-97b) ve Nûreddinzâde ile (er-Red ʿale'l-Vâridât, Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 2079/17) devam etmiştir. XVI-XIX. yüzyıllar arasında doğrudan eser hakkında çalışmalara rastlanmamaktadır. Vâridât, Muhammed Nûrü'l-Arabî'nin Rumeli Manastır'da 1275'te (1859) yaptığı şerhle (Leṭâʾifü't-taḥḳīḳāt) yeniden gündeme gelmiştir. Bu şerh Kisânâme yazarı Zeynelâbidin Nâmık tarafından nazmen, Nûrü'l-Arabî'nin halifelerinden Ali Örfî tarafından nesren Türkçe'ye tercüme edilmiştir (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, nr. 983). Ali Örfî'nin tercümesi Nûrü'l-Arabî'nin bir diğer halifesi Hacı Maksud Hulûsi Efendi'nin ilâveleriyle birlikte M. Sadettin Bilginer ve Mustafa Varlı tarafından sadeleştirilerek neşredilmiştir (İstanbul 1979, 1994). Eseri son olarak Muhammed Nûrü'l-Arabî'nin halifesi Harîrîzâde Kemâleddin Efendi şerhetmiştir (Fütûhât-ı İlâhiyye, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 507; Hatice Ocakoğlu, Harîrîzâde'nin Şeyh Bedreddîn Vâridât'ı Üzerine Şerhinin Tahkîk ve Değerlendirmesi [1-100 Varaklar Arası], yüksek lisans tezi, 2009, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü). Eserin Bilal Dindar, Ali Kozan tarafından hazırlanmış iki tenkitli neşri bulunmaktadır. Beş nüshanın karşılaştırıldığı Kozan neşrinde Nuruosmaniye Kütüphanesi'ndeki (nr. 4900) 1083 (1672) tarihli nüsha esas alınmıştır (bk. bibl.). Vâridât Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım (nşr. M. Serhan Tayşi, İstanbul 2010), Mustafa Rahmi Balaban (İstanbul 1947), Bezmi Nusret Kaygusuz (İzmir 1957), Hilmi Ziya Ülken ([İslam Düşüncesi, İstanbul 1966] içinde), Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul 1966), Cemil Yener (İstanbul 1970), Vecihi Timuroğlu (Ankara 1979), İ. Zeki Eyüboğlu (İstanbul 1980) ve Cengiz Ketene (Ankara 1990) tarafından Türkçe'ye, Bilal Dindar tarafından Fransızca'ya (bk. bibl.) çevrilmiştir.
Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ