12 Mart 1890'da dedesi Şeyh Muhammed b. Ali es-Senûsî'nin merkez zâviyesini kurduğu Cağbûb'da doğdu. Babası Mehdî es-Senûsî 1902'de vefat ettiğinde henüz on iki yaşında olduğu için tarikatın şeyhlik makamına amcasının oğlu Ahmed Şerîf es-Senûsî geçti. Ahmed es-Senûsî'nin I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a getirilmesinin (1917) ardından Osmanlı Devleti İdrîs'i onun halefi olarak kabul etti.
İdrîs'in çocukluğu ve gençliği Libya tarihinin ve Senûsîler'in en buhranlı döneminde geçti. Eğitimini Cağbûb'daki zâviyede Senûsî şeyhlerinin yanında tamamladı. Dedesi ve babasının kırk yıl kadar süren İç Afrika'ya yönelik tebliğ faaliyetlerinin ardından Ahmed Şerîf es-Senûsî de Fizan, Çad, Nijer ve Tevârik bölgelerinde Fransızlar'a karşı mücadele verdi. 1911'de başlayan Trablusgarp (Osmanlı-İtalyan) Savaşı İdrîs'i olumsuz yönde etkiledi. Bu savaş sırasında Enver, Fethi ve Mustafa Kemal paşalarla Derne ve Tobruk cephesinde iş birliği yaptı, fakat savaşa katılabilecek tabiata sahip olmadığından bizzat cephede bulunmadı.
Senûsîler'le iş birliğine büyük önem veren Osmanlı Devleti, 1912'de İdrîs'e Harp Dairesi'nin gizli tahsisatından 2000 Osmanlı altını ve bir adet kürkü hediye olarak gönderdi. 1914'te hac yapmak üzere Mekke'ye gittiğinde beraberindeki heyetin hac masrafları karşılandı. Ocak 1915'te birinci rütbeden Mecîdî nişanı, aynı yıl mart ayında birinci rütbeden Osmanlı nişanı, "rütbe-i bâlâ" ve Rumeli beylerbeyi pâyesiyle taltif edildi.
İdrîs, 1917 yılında Ahmed Şerîf es-Senûsî'nin Anadolu'ya gelmesinin ardından tarikatın başına geçince İtalyanlar'a karşı mücadelede zaafa düşerek kısa yoldan düşmanlarıyla ve Mısır'ı elinde bulunduran İngilizler'le birtakım garantiler karşılığında anlaşma yolu aradı. Buna göre, bölgede kalan son Osmanlı subaylarının kendilerine teslim edilmesi karşılığında İtalyan ve İngilizler Cağbûb'u İdrîs'e bırakacaklar ve onu yerli ahalinin meşrû temsilcisi kabul edeceklerdi. Ancak İdrîs Osmanlı subaylarını teslim etmeye yanaşmadı. Buna gerek de kalmadan 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'yle bütün Osmanlı subayları Afrika kıtasını terketmek zorunda kaldılar.
İtalyanlar'la 25 Ekim 1920'de er-Recîme, 11 Kasım 1921'de Ebû Meryem anlaşmalarını imzalayan Şeyh İdrîs'e bu antlaşmalar çerçevesinde 64.000 İtalyan lireti maaş bağlandı. Senûsî ailesinin ileri gelenleri de İtalyanlar'dan maaş almaya başladılar. Buna karşılık İdrîs sömürge kanunlarının uygulanmasına yardım edecek, ülke genelinde silâhlı mücadeleye devam eden bütün Senûsîler'e silâhlarını bıraktıracaktı. İdrîs, Senûsî idare merkezi Ecdâbiye (Cidâbiye) olacak şekilde Cağbûb, Ucle-Câlû ve Kufra'dan ibaret olan muhtar bölgenin emîri ilân edildi. İki tarafın elinde bulunan esirler değiştirildi.
Şeyh İdrîs'in tereddütleri ve çevresindeki vatan severlerin baskısı ile bu antlaşmalar tam anlamıyla uygulanamadı. Savaşın tekrar başlaması ve Bingazi tarafına kayması üzerine 1922'de ileri gelen diğer şeyhler ve bazı kabile reisleriyle beraber tedavi olma gerekçesiyle Mısır'a geçen İdrîs yerine kardeşi Muhammed Rızâ'yı vekil bıraktı. Ömer el-Muhtâr'ı 1931'e kadar devam edecek olan savaşın sevk ve idaresiyle görevlendirdi.
Türkiye Cumhuriyeti Lozan Antlaşması ile (24 Temmuz 1923) Trablusgarp ve Bingazi topraklarındaki haklarından vazgeçince Mısır'da bulunan Şeyh İdrîs, İngilizler'in desteğini alarak mücadeleye devam etmek istedi. Bu sırada Fizan Fransız işgali altındaydı. İtalyanlar Trablusgarp'tan sonra Bingazi ve çevresini de ele geçirmeye başlamışlardı.
1923'te Trablusgarp'a tayin edilen İtalyan sömürge valisi ülkesinin Şeyh İdrîs'le yaptığı bütün anlaşmaları iptal etti. Libya'da bağımsızlık savaşını sürdüren Ömer el-Muhtâr, 11 Eylül 1931'te girdiği bir çarpışmada yaralanarak esir düştü ve dört gün sonra idam edildi. İtalyanlar Senûsîler'in bütün zâviyelerini kapatarak mallarına el koydular. Mısır'dan geçişi engellemek için sahilden Cağbûb'a kadar 300 km. tel örgü çektiler. Böylece İtalyanlar'a karşı yirmi yıldır yürütülen mücadele resmen sona erdi. Bununla birlikte Şeyh İdrîs ile beraberindekiler Mısır'da siyasî mücadeleye devam ettiler. Daha sonra İdrîs'e bağlı olarak teşkil edilen Arap-İngiliz birliği adlı askerî güç, II. Dünya Savaşı sırasında Libya Arap Kuvveti'ne dönüştürüldü ve İngilizler'in Bingazi'ye yaptıkları saldırılarda görev aldı. İtalyanlar II. Dünya Savaşı'ndan çıkarken Libya'da birçok bölge İngilizler'in denetimine girdi.
Şeyh İdrîs, 1943'te İngilizler'in izniyle Mısır'dan ülkesine dönerek Sirenaik'in bağımsızlığını ilân etti. Daha sonra İngilizler'den ülkenin tamamının yönetiminin kendilerine verilmesini istedi. 1943'ten 1948'e kadar İngilizler'in elinde bulunan Trablusgarp'ta kurulan çeşitli partiler, 1948'de millî cephe adı altında bir araya gelerek Şeyh İdrîs'i desteklediklerini açıkladılar. Bingazi ile Fransız işgalindeki Fizan'ın da katılımıyla yeni devletin sınırları ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler 21 Kasım 1949'da Trablusgarp, Bingazi ve Fizan'dan oluşan federal bir çatı altında Libya Devleti'nin kurulmasına karar verdi.
Trablusgarp, Bingazi ve Fizan temsilcilerinden oluşan ilk Libya Millî Meclisi, 25 Kasım 1950'de Trablusgarp'ta toplanarak Libya Federal Devleti'nin kuruluşunu ve 3 Aralık 1950'de Şeyh İdrîs'in krallığını ilân etti. 4 Eylül 1951'de Libya'ya giden ilk Türk büyükelçisinin kabul töreni 29 Ekim tarihinde yapıldı. Bu törende büyükelçi Kral İdrîs'e Kanûnî Sultan Süleyman'a ait bir kılıç hediye etti. Libya hükümeti de Trablusgarp'taki beş büyük caddeye Türkiye, Fâtih, Atatürk, Ankara ve İstanbul isimlerini verdi. 7 Ekim 1951'de bu defa Bingazi'de toplanan Libya Millî Meclisi federal devletin anayasasını onayladı. Resmî dinin İslâm olarak konduğu anayasada geçici olarak Şeyh İdrîs'in kardeşi Muhammed Rızâ veliaht ilân edildi.
21 Aralık 1951'de Bağımsız Libya Krallığı'nın kurulduğu dünyaya duyuruldu. Kral İdrîs, kurduğu ilk hükümette 1930-1940 yılları arasında Hakkâri ve Bingöl valiliklerinde bulunan Sâdullah Koloğlu'nu (ö. 1952) sırasıyla İçişleri, Sağlık, Millî Eğitim bakanlıkları ile birlikte başbakanlığa getirdiği gibi Umran Yetişalı'yı da ordu kumandanı yaptı. 1953 yılında, aralarında General Hıfzı Betin'in de bulunduğu, daha önce Trablusgarp'ta savaşan subaylarla Libya asıllı olup Türk ordusunda görev yapan subaylardan önemli bir grubu ülkesine götürdü. Yirmi iki yıl Türk Dışişleri'nde matbuat ve hukuk müşavirliği yapan Abdullah Busayri'yi Dışişleri bakanı, ardından bir nevi kral nâibliğiyle Trablusgarp valisi tayin etti. Kral Ağustos 1956'da Türkiye'ye ilk resmî ziyaretini gerçekleştirdi.
Zengin petrol yatakları bulunması üzerine 1953-1959 yıllarında milletlerarası on dört petrol şirketi Libya'ya yerleşti. Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve İtalya ile anlaşmalar imzalanarak bunlardan büyük miktarda krediler alınması Libya'yı Arap dünyasından uzaklaştırdı. Öte yandan petrolün sadece bir eyalette bulunması üç eyalet arasında refah dengesizliği oluşturdu. Bunun üzerine federal devlet yapısından tek merkezli yapıya geçilmesinin gerekli olduğuna inanan Kral İdrîs, 2 Eylül 1964'te Libya krallığını üniter devlet ilân ederek taşra meclislerini kaldırdı. Ülke giderek zenginleşirken Batılılaşma eğilimleri artmaya başladı.
Bu arada yönetime muhalif kesimler de çoğaldı. Özellikle Baasçılar ve işçi sendikalarının 1962, 1964 ve 1967'de hükümete karşı düzenledikleri büyük ayaklanmalar Kral İdrîs'in otoritesini zayıflattı. Nihayet 1 Eylül 1969'da Hür Subaylar (ed-Dubbâtü'l-ahrâr) hareketi içindeki altmış iki subay bir darbe yaparak iktidarı ele geçirdi. Ülkenin yönetimi, başkanlığını Muammer Kaddâfî'nin yaptığı Devrim Komuta Konseyi'ne verildi. Kral İdrîs bu sırada özel bir ziyaret için Türkiye'de bulunuyordu. Türkiye'den Yunanistan'a geçen Kral İdrîs, 1971 yılı Ekim ayına kadar bu ülkede kaldıktan sonra Kahire'ye gitti. 1974'te Libya'da ülkenin imkânlarını kötüye kullanmak suçuyla gıyabında yargılandı. Mısır vatandaşlığına geçen Kral İdrîs bir daha ülkesine dönemedi. 25 Mayıs 1983 tarihinde Kahire'de vefat etti. İdrîs es-Senûsî zayıf bünyeli, ince zekâlı, uzak görüşlüydü, mutedil bir kişiliğe sahipti. 1932'de Ahmed es-Senûsî ve Ömer el-Muhtâr'la görüşen Muhammed Esed'e her iki lider de İdrîs'in iyi bir kimse olduğunu, ancak savaş yapabilecek cesareti bulunmadığını söylemişlerdi. Bu yüzden zaman zaman korkak olmakla itham edilmiştir.
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi