25 Zilhicce 1233'te (26 Ekim 1818) İstanbul'da doğdu. Babası hekimbaşı ve reîsülulemâ Abdülhak Molla'dır. "Hekimbaşılar" diye tanınan köklü bir ulemâ ailesinden gelir. Fatîn tezkiresindeki (s. 89) "sinni on bire resîde ve ismi cerîde-i tedrîse keşîde olduğu" ibaresinden, ilmiye sınıfına mensup hatırlı şahsiyetlerin çocuklarına tanınan bir imtiyaz gereği, beşik ulemâlığı usulünden "tafra" denilen yoldan verilmiş mücerret bir müderrislik pâyesini on bir yaşında iken aldığı anlaşılmaktadır. Mekteb-i Tıbbiyye'deki öğrencilik yıllarında fiilî müderrisliği olmadığı halde kendisine ilmiyeden yüksek pâyeler verilmesi de bunu gösterir mahiyettedir.
Hayrullah Efendi, büyük dedesi Hâfız Mehmed Hayrullah Efendi, amcası Behcet Mustafa Efendi ve babası gibi tıbba yönelerek 1839'da babasının hekimbaşı ve nâzır sıfatı ile başında bulunduğu Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Şâhâne'ye girdi. Kendisinin, daha buraya devam etmeden önce tıp kitapları okuyarak tıp kültürü ile temasa geçmiş olduğunu gösteren bir ifadesi de bulunmaktadır (Makālât-ı Tıbbiyye, s. 1). Gençlik yıllarına ait Nakş-ı Hayâl adlı yarı otobiyografik eserinden anlaşıldığına göre 1838 yılında tıp tahsili için, dayısı Mehmed Rûhuddin Efendi'nin Osmanlı elçiliği maslahatgüzar ve tercümanı olarak bulunduğu Paris'e gitmek istemiş, fakat babasını buna razı edememiştir. Hayrullah Efendi yine bizzat belirttiği gibi (a.y.), tıp tahsilini daha talebeliğinin ilk senesinde kendisine verilmiş olan ders nâzırlığı memuriyetiyle birlikte yürütmekteydi. Ders nâzırı sıfatı ile 1841-1842 ders yılı için Sultan Abdülmecid'e sunulmak üzere hazırladığı rapordan bu idarî makamın, sorumluluğu mektebin bütün sınıflarındaki öğrencilerin düzenli surette derslerini takip etmelerini ve mektebin tüzük ve yönetmeliklerinin kusursuz olarak tatbikini sağlamak olan bir görev olduğu anlaşılmaktadır. Mezuniyetten sonra Hayrullah Efendi'nin ders nâzırlığıyla ilgili yetkileri genişletilmiştir.
Mekteb-i Tıbbiyye'ye girişinin ikinci yılında 24 Mart 1840 tarihinde Hayrullah Efendi ilmiyeye mahsus rütbe-i sâlise nişanı ile taltif edildi. Bunu Muharrem 1258'de (Şubat 1842) İzmir mevleviyeti, Muharrem 1259'da (Şubat 1843) Mekke-i Mükerreme mevleviyeti pâyelerinin verilmesi takip etti. Ayrıca bu pâye ile ilgili olarak Haremeyn-i Muhteremeyn rütbesine mahsus nişanla taltif edildi. Bu pâyeler fiilî değil mücerret olduğundan Babinger'in, henüz talebeliğinin sürdüğü bir çağda onu kadılıkla İzmir'e gitmiş göstermesi (GOW, s. 360) asılsızdır. Mekteb-i Tıbbiyye'nin başhocası sayılan Dr. Bernard, ilk mezunların verildiği 1843 ders yılı için hazırlayıp Sultan Abdülmecid'e sunduğu yıllık faaliyet raporunda, Hayrullah Efendi'nin tıpta doktorluk imtihanlarını başarı ile geçerek yakında diplomasını alacağını haber verir. Bernard raporunda ayrıca, Hayrullah Efendi'nin üzerindeki ders nâzırlığı görevi icabı yerine getirmekle yükümlü bulunduğu çeşitli idarî meşgalelere rağmen tıp tahsilinde de başarılı olduğunu özellikle kaydetmekte ve bitirme tezi olarak Türkçe bir eser hazırlamış olduğunu bildirmektedir (Journal de Constantinople, nr. 52, 26 Septembre 1843). Bahis konusu eser, Hayrullah Efendi'nin 1844 yılı başında yayımlanmış olan Makālât-ı Tıbbiyye'sidir. Mezuniyet imtihanları sonunda, Mekteb-i Tıbbiyye hocalarını 12 Ekim 1843'te huzuruna kabul eden Sultan Abdülmecid'in ders nâzırı sıfatı ile Hayrullah Efendi'ye pırlantalarla süslü bir kutu hediye etmesi, kendisinin buradaki çalışmalarının ne derece takdir gördüğünü göstermektir (a.g.e., nr. 56, 16 Octobre 1843).
Hayrullah Efendi, mezuniyetinden hemen sonra doktora hazırlık çalışmalarından olan Dürûrü'l-muhât'ı yayımlaması ile tıp literatüründe yerini almaya başlar. 1844'te de Terbiye ve Tedâvî-i Etfâl (Sıhhatnümâ-yı Etfâl) adlı eserini ortaya koymuş bulunuyordu. Öte yandan 1840-1845 yılları arasında kendini bir tıp lugatı hazırlamaya verir. Ders nâzırlığı görevi mezuniyetinden sonra da devam etmekte iken 1845'te devlet memuriyetinde mühim yükselişlere zemin olan rütbe-i sânî ve bunun nişanı ile taltif edildi. 9 Ekim 1845'te Mekteb-i Tıbbiyye nâzırlığından azledilen babası Abdülhak Molla'nın yerine gelen Cerrah Sakızlı İsmâil Efendi'nin nâzırlığı sırasında ders nâzırlığına son verilip maaşı kesildiği gibi bu memuriyete mahsus rütbe-i sâniye nişanı da geri alındı. 1847 yılında Meclis-i Zirâat üyeliğine tayin edildi. Kendisine tıp sahası dışında devlet hizmetinde başka mevki ve memuriyetlerin yolunu açan bu vazifeye gelişinden sonra ziraatla ilgili olarak içinde tıbbî bahislerin de önemli bir yer tuttuğu, ziraat teşkilâtına dağıtılması programlanmış iki ciltlik Beyt-i Dihkānî adlı tercümeyi meydana getirdi. Abdülhak Molla'nın yeniden Mekteb-i Tıbbiyye nâzırlığına dönüşünün hemen ardından yeni bir irade ile 2 Zilkade 1264'te (30 Eylül 1848) Mekteb-i Tıbbiyye'deki eski vazifesine döndü.
Galatasaray'da bulunan Mekteb-i Tıbbiyye'nin 11 Ekim 1848'de büyük bir yangın felâketine uğradıktan sonra Hasköy'de Humbarahâne Kışlası'nda yeniden faaliyete geçtiği devrede, süratle derlenip toparlanmasında Hayrullah Efendi'nin babası ile birlikte takdirle karşılanan hizmetleri olmuştur. Bu münasebetle devrin basınında Hayrullah Efendi'nin giderek adı sık sık görülmeye başlar. Yaşanan felâketten sonra ders programının ve yürütülecek diğer faaliyetlerin düzene konmasındaki hizmet ve rolü çeşitli vesilelerle basın tarafından belirtilmekteydi (a.g.e., nr. 140, 19 Janvier 1849). Hakkında ifade edilegelen önemli takdirlerden biri de Abdülhak Molla'nın kuruluşuna ön ayak olduğu, Mekteb-i Tıbbiyye'nin Türkçe ve Fransızca aylık yayın organı Vekāyi'-i Tıbbiyye'nin (Gazette médicale de Constantinople) Hayrullah Efendi'nin idaresi altında mühim bir gelişme göstermekte oluşudur (a.g.e., nr. 179, 9 Août 1849).
Meclis-i Maârif-i Umûmiyye'ye de üye tayin edilen Hayrullah Efendi (Aralık 1848), orta öğretimde okutulmak üzere müsbet ilimler sahasında Mesâil-i Hikmet adlı bir eser ortaya koyar. Yeni vazifesi dolayısıyla memleketin maarif meseleleriyle daha da yakından meşgul olma fırsatını bulan Hayrullah Efendi, bir müddet sonra ilmiyeden ayrılıp mülkiye sınıfına geçmek için teşebbüste bulundu. Sultan Abdülmecid'in iradesiyle kendisini ricâl sınıfına geçiren rütbe-i ûlâ sınıf-ı evvel pâyesi verildi. Aynı zamanda evvelce almış olduğu ilmiye tarikine ait mevleviyet nişanını iade edip yeni mülkî vazife ve rütbesine münasip nişanın verilmesi uygun görüldü.
1849 yılı Temmuzunda ikinci defa Rumeli kazaskerliğine getirilen babasının Mekteb-i Tıbbiyye nâzırlığını bırakması üzerine Hayrullah Efendi ders nâzırlığından ayrılmaya karar verdi ve müracaatı üzerine vazifesinden affına dair irade çıktı. Hayrullah Efendi'ye 1850 yılında Meclis-i Maârif'teki vazifesini muhafaza etmek şartıyla Meclis-i Nâfia üyeliği de verildi. Bir zamanlar maarifle ilgili işlere de bakan bu meclisteki üyeliği, başka yeni vazifelere getirildiğinde de bir müddet daha devam etmiştir.
Hayrullah Efendi, yeni ihtiyaçlar ve bünyesine giren yeni eğitim kurumları dolayısıyla vazifeleri gittikçe artan Meclis-i Maârif-i Umûmiyye'deki çalışmalarını sürdürürken 1851'de, Dârülfünun'da okutulacak ders kitaplarının hazırlanması dahil memleketin çeşitli kültür ihtiyaçlarına cevap vermek üzere kurulan Encümen-i Dâniş'in ikinci başkanı oldu (Takvîm-i Vekāyi', nr. 449, gurre-i Şâban 1267 [11 Haziran 1851]). 19 Ramazan 1267'de (18 Temmuz 1851) devlet çapında düzenlenen açılış merasimi protokolünde, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'nın irticâlen yaptığı konuşmadan sonra Encümen-i Dâniş'in lüzum ve ehemmiyetine dair Meclis-i Maârif namına Cevdet Paşa'nın kaleme aldığı hitabeyi Sultan Abdülmecid ve devlet erkânının huzurunda okuma vazifesi kendisine verildi (krş. Cevdet Paşa, s. 57). Sonraki günlerde başlayan aylık toplantı ve müzakerelerin çoğunun onun başkanlığı altında yapıldığı görülmektedir. Bu akademik topluluğa dışarıdan alınan yabancı ilim adamlarına üyelik diplomaları tanzim edilirken onun buraya üye seçilen tarihçi Hammer'e üyelik diploması ile birlikte gönderdiği 17 Ramazan 1267 (16 Temmuz 1851) tarihli tebrik mektubu eldedir (W. F. A. Behrnauer, "Die türkische Akademie der Wissenschaften zu Constantinopel", ZDMG, VI [1852], s. 284-285).
Hayrullah Efendi, bu yıllardan itibaren memleketin genel kültür ihtiyaçlarına cevap verecek eserler hazırlamaya yöneldi. 1852 Şubatında Konrad Malte-Brun'ün Géographie universelle'inden bir kısmını Kıt'a-i Afrika adıyla kısaltarak tercüme etti ve yayımladı. Sonraları kendi adıyla anılacak olan Osmanlı tarihini yazmaya ve 1853 yılından itibaren cilt cilt yayımlamaya başladı.
Devlet hizmetinde yıldızı gittikçe yükselen Hayrullah Efendi Meclis-i Maârif-i Umûmiyye, Meclis-i Nâfia ve Encümen-i Dâniş'teki vazifelerine ilâveten 11 Ramazan 1268'de (29 Haziran 1852) devrin gözde şahsiyet ve simalarının yer aldığı Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye'ye de üye seçildi (BA, Dahiliye-İradeler, nr. 15691, 11 Ramazan 1268 [29 Haziran 1852] tarihli hususi irade). Bu yıllarda hayatının mühim vak'alarından biri babası Abdülhak Molla Efendi'yi kaybetmesidir (19 Mayıs 1854). Sadrazam Âlî Paşa bir mektubunda bu münasebetle, israfı sevdiği için daima para sıkıntısı çektiği bilinen Hayrullah Efendi'nin babasından kalan büyük servete konduğundan bahseder (Cevdet Paşa, IV, 71).
Hayrullah Efendi, 28 Ramazan 1270'te (24 Haziran 1854) Mekâtib-i Umûmiyye nâzırlığına getirildi (Journal de Constantinople, nr. 525, 29 Juin 1854). Bu görevindeki başarılı çalışmalarından dolayı 24 Şâban 1272'de (30 Nisan 1856) o zamanın en yüksek devlet nişanı olan Mecîdî nişanının üçüncü derecesiyle taltif edildi. Maârif-i Umûmiyye Nezâreti kurulurken üç yıla yakın hizmet verdiği makam nezâret müsteşarlığına çevrildiğinde buraya müsteşar olarak tayini yapıldı (20 Nisan 1857). Bir yıl sonra, Maârif-i Umûmiyye Nâzırı Abdurrahman Sâmi Paşa Girit valiliğine tayin edilince dönüşüne kadar nezâretin idaresi vekil olarak Hayrullah Efendi'ye verildi. Yaklaşık dokuz ay süren vekâleti sırasında Hayrullah Efendi'nin en kalıcı icraatı, İstanbul'un kız öğrenciler için on üç eğitim bölgesine ayrılıp bunların her birinde sadece kızlara mahsus olmak üzere mekteplerin açılmasıdır. Onun öncelik verdiği işlerden biri de okulların devamlı surette teftişi olmuştur. Bunlardan Bebek Koleji'ne yaptığı ziyaret ve teftiş ayrıntılı bir şekilde verilmektedir (a.g.e., nr. 963, 27 Novembre 1858). Devletin gayri müslim mekteplerine olan ilgi ve dikkatini özellikle göstermek isteyen Hayrullah Efendi'nin Ermeni Mektebi'ne yaptığı ziyaret bu bakımdan ayrıca dikkate değer (O. Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, 1940, II, 627).
Uzun zamandan beri Mekteb-i Tıbbiyye'den uzak kalmış olan Hayrullah Efendi 17 Mayıs 1859'da, bu defa önceki ders nâzırlığı memuriyetindekinden çok daha yüksek bir salâhiyetle donanmış olarak mektebin nâzırlığına getirildi (BA, Dahiliye-İradeler, nr. 28547). Yetiştiği ocağa on yıla yakın bir aradan sonra en üst derecede âmir olarak döndüğü bu devrede hepsi takdirle karşılanan birçok önemli icraat ortaya koyma fırsatını buldu. Teşekkülü, Kırım Harbi'nde Türkiye'ye gelen Batı devletleri askerî birliklerindeki hekimlere dayanan, resmî adlarından biri Cem'iyyet-i Tıbbiyye-i Şâhâne olmakla beraber kapılarını uzun süre Türk hekimlerine kapalı tutmuş olan Société Impériale de Médecin'in, ilk defa Türk ve müslüman üye olarak kabul ettiği eski bir tıbbiye (tıbhâne) mezunu Fuad Paşa'dan sonra Hayrullah Efendi'ye Hekimbaşı Sâlih Efendi ile birlikte şeref üyeliği vermesi de bu devrededir. Bu cemiyetin yayın organı Gazette médicale d'orient, Hayrullah Efendi'nin Mekteb-i Tıbbiyye'deki icraatını sayfalarına devamlı surette ve övgülerle aksettirmekteydi. Önemli sayılan hizmetlerinin başında, toplumdaki tepkilere rağmen anatomi ve patoloji dersleri için teşrih (dissection) imkânlarını artırmadaki gayreti gelir. Diğer bir hizmeti de tıbbı ticarî kazanç metâı haline getirmiş şarlatan ve ehliyetsiz hekimlere karşı, tabip ve eczacı camiasının itibarını ve kanunî statüsünü korumak yolunda Société Médicale d'Orient'ca girişilmiş olan hukukî teşebbüs ve tedbirlere verdiği kuvvetli destek ve yardımdır. Halkın tıp ve sağlık konusunda bilgilenme ve bilinçlenmesine önem veren Hayrullah Efendi, bu maksatla ülkenin sağlık hayatıyla ilgili resmî kararların muntazam surette Gazette médicale d'orient sütunlarında yer almasını sağladı (nr. 8, 9, Novembre et Décembre 1859, s. 145). Hayrullah Efendi'nin Meclis-i Maârif-i Umûmiyye üyeliği Mekteb-i Tıbbiyye nâzırlığı süresince devam etti. Ayrıca Meclis-i Tıbbiyye'nin başkanlığı da üzerinde bulunuyordu (Salnâme-i Devlet-i Aliyye [1276], s. 41, 46, 112; 1277, s. 40, 119; 1278, s. 40, 119).
Hayrullah Efendi'nin Mekteb-i Tıbbiyye nâzırlığında takdir görmüş icraatına mukabil onun burada öğretimin Türkçe yapılmasına taraftar olmadığı yolunda çok sonraları ortaya atılmış bir görüş vardır (R. T. [Gencer], Mir'ât-ı Mekteb-i Tıbbiyye, 1328, I, 54, krş. 50, 53; Uludağ, Tanzimat, s. 971; a.mlf., Dirim, X/1-2 [2. Kânun-Şubat 1935], s. 72-74). Halbuki daha Dr. Bernard zamanında başlayarak Mekteb-i Tıbbiyye'nin hazırlık kısmında, Arapça ve Farsça yanında gramer ve kompozisyon kaideleriyle Türkçe de okutuluyordu. Hayrullah Efendi, tıp talebesinin kolayca faydalanması için Türkçe yazdığını özellikle belirttiği Makālât-ı Tıbbiyye'den başka tıp konusundaki diğer bütün eserlerini de Türkçe kaleme almak suretiyle tıp dilinin Türkçeleşmesine bizzat hizmet etmiştir. Fizik ilmini konu alan Mesâil-i Hikmet adlı eserinde yabancı söz ve terimler için karşılıklar hazırlayıp sonuna koyduğu sözlük de onun eğitim hayatımıza yeni bir bilgi sahasını naklederken yabancı dil karşısında Türkçe'den yana bir tavır içinde bulunduğunu bir başka yönden belirtir.
Mekteb-i Tıbbiyye nâzırlığı iki yıl üç ay kadar devam eden Hayrullah Efendi belli olmayan bir sebeple 19 Ağustos 1861'de azledildi. Kendisine yeni bir vazife verilmediği için bir müddet açıkta kaldıysa da 16 Şubat 1862'de Altıncı Dâire-i Belediyye Meclisi başkanlığına getirildi. Ancak bir yıl müddetle devam ettiği bu vazifeden, Avrupa kaplıcalarında tedavi görmeye ihtiyacı bulunduğunu ileri sürerek 26 Şâban 1279'da (16 Şubat 1863) ayrıldı (BA, Dahiliye, nr. 34256) ve 1863 Nisanının ortalarına doğru Avrupa'ya hareket etti.
Hayrullah Efendi Köstence üzerinden Tuna yolu ile Viyana'ya, orada kısa bir müddet kaldıktan sonra Almanya ve Belçika'dan geçerek Paris'e vardı. Kendisinden bir yıl önce Paris'e gelen büyük oğlu Abdülhâlik Nasûhî ve orada o tarihten beri bir Fransız mektebinde okumakta olan küçük oğlu Abdülhak Hâmid'i yanına alarak, Paris'in en kibar ve gözde semti sayılan Faubourg Saint-Honoré'de mükellef bir konak tutup büyük bir medeniyet merkezi olması sıfatıyla hayran kaldığı şehrin kendisine sunduğu çeşitli nimetlerini gündüzü ve gecesiyle yaşamaya çalıştı. Çeşitli ilim müesseselerine ve akademilerine ziyaretlerde bulundu. Üç ayı aşkın bir süre kaldığı Paris'ten oğlu Abdülhak Hâmid ile dönerken yine kısa bir müddet Viyana'da kaldı. Bir yıl kadar açıkta bekledikten sonra 1864 yılı Temmuzunda Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye'ye ikinci defa üye tayin edildi (Tasvîr-i Efkâr, sy. 213, 14 Safer 1280).
İstanbul'a döndükten sonra Osmanlı tarihine dair eserinin XV. cildini hazırlamakta iken bir yandan daha önce Viyana'ya yaptığı seyahatlerle bu defaki Fransa seyahatini anlatan Yolculuk Kitabı adlı eserini tamamladı. 1864 yılı sonbaharı başında Cem'iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye'nin merkezinde Osmanlı tarihi üzerinde bir dizi konferans vermeye başladı. Cemiyetin başkanı Münif (Paşa) onun bu konuşmalarını, Osmanlı tarihini yeni bir görüşle ele aldığını belirterek övgü ile haber verir ("Târîh-i Devlet-i Osmâniyye Dersi", Mecmûa-i Fünûn, nr. 38, Rebîülâhir 1281, s. 157-158).
Hayrullah Efendi, çok geçmeden diplomatik kariyerde Tahran elçiliği gibi nazik ve önemli sayılan bir mevkiye getirildi. Osmanlı Devleti ile kendi devleti arasındaki diplomatik ilişkilerin gelişmesine özen gösteren İran Şahı Nâsırüddin Şah döneminde bu ülkeye seçkin diplomatların gönderilmesine dikkat eden Bâbıâli'ce, 23 Şâban 1281'de (21 Ocak 1865) fevkalâde murahhas sıfatıyla Tahran orta elçiliğine tayin edildi (Journal de Constantinople, nr. 4582, 21 Janvier 1865). 14 Haziran'da Trabzon üzerinden Tahran'a gitmek için İstanbul'dan hareket eden Hayrullah Efendi'ye İran sınırına girişinden itibaren karşılama merasimleri yapıldı. Tebriz'de, şehrin valisi olan İran veliahdının da katıldığı debdebeli bir törenle karşılanan Hayrullah Efendi, eylül sonuna doğru maiyetindekilerle birlikte Tahran'a vardı. 30 Ekim 1865'te şahın huzuruna kabul edilerek büyük iltifatlar gördü (şahın, onun elçi tayin edilişinden duyduğu memnuniyeti Sultan Abdülaziz'e bildiren Safer 1283 [Temmuz 1866] tarihli mektubu ve tercümesi için bk. BA, Hariciye-İradeler, nr. 12978, 16 Receb 1283 [24 Kasım 1866] tarihli arz tezkiresi ve ona bağlı belge). Hayrullah Efendi bu vazifeyi sürdürürken 17 Şâban 1283'te (25 Aralık 1866) âniden vefat etti. Nâsırüddin Şah'ın iradesiyle kendisine büyük bir cenaze merasimi tertiplendi ve Tahran'a 15 km. mesafede Rey şehrinde Şah Abdülazîm Türbesi yanında toprağa verildi. Kabri daha sonra türbe haline getirildi.
Eserleri. Resmî hizmet ve vazife hayatının değişik ve çok yönlü oluşu gibi Hayrullah Efendi'nin fikir ve yazı faaliyeti de birbirinden farklı sahalarda kendini göstermiştir. Bir medeniyet değişmesinin yaşandığı devrin adamı olması sıfatıyla kendini bu çağın fikir ve kültür ihtiyaçlarına cevap vermekle yükümlü sayarak çeşitli alanlarda tercümeden telife, tıptan ziraat ve fiziğe, bahçecilikten coğrafyaya, oradan tarih ve seyahatnâmeye kadar genişleyen bir daire içinde eserler meydana getirmekle ilim ve fikir tarihinde kendine bir yer açmıştır. Başlangıçta tıp üzerinde yoğunlaşmışken bir müddet sonra başka fennî sahalara yönelmiş, otuz yaşını aştığı yıllarda kendini verdiği tarih çalışması ön plana çıkmış, fikir hayatımıza Batı kültür ve medeniyetinden mesajlar ileten Avrupa seyahatnâmesi de buna ilâve olunmuş, ancak giriştiği o büyük tarih çalışması erken denecek yaşta ölümü ile yarıda kalmıştır. Şiir ve edebiyat sahasındaki ilk kalem tecrübeleri bir tarafa bırakılırsa tıp ve fen dallarındaki eserleri kronolojik olarak şu şekilde sıralanabilir: 1. Muâlecâta Dair El Mecmuası (İÜ Ktp., TY, nr. 1427). Üzerine sonradan bu ad ve Hayrullah Efendi'nin el yazısı ile olduğu kaydı konulmuş on sekiz varağı yazılı bir reçete defteridir. Karşılarında hastalık adları da gösterilmek suretiyle tertip edilen bu reçetelerin bazılarında verildiği hastaların adları ve bulunduğu askerî birlikler kayıtlıdır. Ancak bunlardaki tarihler, kendisinin Mekteb-i Tıbbiyye'ye girmesinden on bir yıl öncesine çıkmaktadır. 2. Müfredât-ı Tıbbiyye fî beyâni evzâni'l-edviyye (İÜ Ktp., TY, nr. 1251). Sâhib Molla Kütüphanesi'nden gelme, kapağındaki gurre-i Cemâziyelâhir 1259 (29 Haziran 1843) tarihinden Hayrullah Efendi'nin Mekteb-i Tıbbiyye'nin son sınıfında iken tertiplediği belli olan reçete defteridir. İlâçların hastalıklara göre tasnif edildiği defterde Latince olarak yazılmış reçeteler de görülmektedir. Hayrullah Efendi, varak 5b'de Mekteb-i Tıbbiyye'de okuduğu derslerin adlarını ve bunların hocalarını gösteren bir cetvel de vermiştir. 3. Terbiye ve Tedâvî-i Etfâl (Sıhhatnümâ-yı Etfâl) (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Tıp, nr. 148). Hayrullah Efendi'nin üç kademeli doktora hazırlık çalışmalarından olan bu elli yedi varaklık kitap doğumdan başlayarak çocuk hastalıkları, bebeklerin bakımı ve çocuk terbiyesi konusunda, memleketimizde kendisine kadar yazılmış pek az şey bulunan bir sahadaki boşluğa cevap veren eseridir. Hocası Dr. Bernard onun mezun olduğu ders yılına ait raporunda, bebeklerin bakımıyla ilgili temel öğretimin bulunmaması sebebiyle son derece faydalı bir kitap olduğunu belirtir ve eserden takdirle bahseder (Journal de Constantinople, nr. 56, 16 Octobre 1843). 4. Ordu Hıfzıssıhhası. Osmanlı ordusunun sağlık hizmetleri için bu eseri Fransızca'dan tercüme yolu ile meydana getirmiştir. Hayrullah Efendi'nin, 1856'da Mekâtib-i Umûmiyye nâzırı iken Sultan Abdülmecid'e sunduğu Hıfz-ı Sıhhat adlı bir risâlesinin daha olduğu görülmektedir (BA, Dahiliye-İradeler, nr. 22299, 24 Cemâziyelâhir 1272 [2 Mart 1856] tarihli sadâret arz tezkiresi). 5. Makālât-ı Tıbbiyye. Allah'ın eşref-i mahlûkāt olarak yarattığı insana, sağlığını koruması ve hastalıklar karşısında hayatta kalmasına olan hizmeti dolayısıyla tıbbı ilimlerin en üstünü ve faziletlisi sayan Hayrullah Efendi'nin, Mekteb-i Tıbbiyye'den yetişecek olan hekimlere kılavuz olmak üzere yazdığı deontoloji ağırlıklı eseridir. El kitabı mahiyetindeki eser, tıp öğretiminin Fransızca olarak sürdürüldüğü bir zamanda modern tıbbı Türk diliyle ifade yolunda bir adım olması bakımından ayrı bir değer taşımaktadır. Bazısı sadece bir cümleden ibaret, çoğu kısa birer paragraf hacminde, arada bazıları birkaç sayfa uzunluğa çıkabilen ve toplam 400 fıkra ihtiva eden eser, tıbba başlayacak olanlara kolaylık sağlamak gayesiyle yazılmış olup tıp ilminin anatomi, fizyoloji, farmakoloji gibi dallarını içine almaksızın doğrudan doğruya hastalıklar bilgisi (pathologie) üzerinde merkezleşmiştir. Kitabında sadece teorik plandaki bilgilerle yetinmeyen Hayrullah Efendi bunlara kendi müşahede ve tecrübelerini de katar. "Emrâz-ı Bilâdî" başlığı altında (makale 71-74, s. 37-38) hastalıkların mahallî şartlarla bağlantılarını gözden geçirmiş, Türkiye ve özellikle İstanbul'un şartları bakımından mukayeseli değerlendirme ve açıklamalar yapmıştır. Makālât-ı Tıbbiyye, bütünüyle ihtisasa hitap eden bir patoloji el kitabı olmaktan çok "ev hekimi, aile doktoru" kategorisindeki eserleri okşar mahiyette bir genel bilgiler kitabıdır. Eserin üzerindeki baskı tarihi evâhir-i Zilhicce 1259'dur (1844 Ocağı ortaları). İlk olarak hakkında Süheyl Ünver'in tanıtıcı bir yazı yazdığı, daha sonraki bir yazıda da (Kurun, İstanbul, 28 Kânunusâni 1935) büyük bir takdirle bahsedilerek üzerine dikkat çekilmek istenen eserdeki deontolojik malzemeden şu çalışmada geniş ölçüde istifade edilmiştir: Nil Akdeniz [Sarı], Osmanlılarda Hekim ve Hekimlik Ahlâkı, İstanbul 1977. 6. Dürûrü'l-muhât. Müellifin, XIX. asrın ilk yarısında memleketimizde gittikçe öne çıkan zührevî hastalıklar üzerinde kendisinden önce eser veren amcası Behcet Mustafa Efendi'nin yolundan giderek bu sahada özellikle bel soğukluğu hakkında umumi bilgiler vermek gayesiyle teşhis, tedavi ve korunma konusunu sistematik şekilde işlediği risâlesidir. Doktora hazırlık çalışmaları arasında Mekteb-i Tıbbiyye'nin beşinci sınıfında iken kaleme aldığı eser, mezuniyetinden sonra mektebin matbaasınca gurre-i Cemâziyelevvel 1260'ta (Nisan 1844) basılmıştır. 7. Lugat-ı Tıbbiyye. Modern tıpla temasın gittikçe arttığı, tıp dilinin eskiden devralınmış terim ve sözlerin yanında yeni kavram ve bilgilerle genişlediği ve kendine yeni sözler aradığı bir çağda, Hayrullah Efendi'nin bu sahada büyük bir ihtiyaca cevap vermek üzere hazırladığı bu eser memleketimizde ortaya konulmuş etraflı ilk tıp lugatıdır. Başına koyduğu açıklamadan öğrenildiğine göre eseri, 1839 yılının sonlarından itibaren uzun bir çalışma neticesinde 1851 yılı başında tamamlamaya muvaffak olmuştur. 577 sayfa ve 6000'in üstünde madde başından meydana gelen lugatta, hemen hepsi Arapça asıllı olan terimlerin Türkçe karşılık ve açıklamaları, her birinin sonunda da Fransızca'ları telaffuzlu olarak eski harflerle gösterilmiştir; bazan Latince karşılıkların da verildiği görülmektedir. Lugatın çerçevesini çok geniş tutan Hayrullah Efendi sadece hastalıklar, anatomi, fizyoloji, tedavi, tıbbî araç ve gereçlerle sınırlı kalmayarak kimya, fizik ve ayrıca farmakolojiyle münasebeti bakımından botanikle ilgili terimlere de yer vermiştir. Hayrullah Efendi, Abdülmecid'e sunulduğunu haber verdiği eseri tamamlandıktan sonra birçok ilâvede bulunmuştur. Bu eserin takdir görmesi halinde onun ikinci cildi olmak üzere madde başları Fransızca'ya göre tertiplenmiş, karşılıkları Türkçe ve Arapça olarak gösterilecek bir devamını ortaya koyacağını söyleyen Hayrullah Efendi'nin bu niyetini gerçekleştiremediği anlaşılmaktadır. Lugat-ı Tıbbiyye, tek yazma nüsha olarak İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (nr. 581). Cildi sanatkârane, mihrâbiyesi tezhipli, ince ve güzel bir ta'lik yazı ile olan bu nüshanın yüksek bir makama sunulmak üzere özel bir itina ile hazırlandığı belli olmaktadır. 8. Beyt-i Dihkānî (I-II, İstanbul 1264). Müellifin üç cilt olarak yayımlanacağını haber verdiği bu tercümenin I. cildi 1848 yılı Mart ortalarında, ikincisi aynı yılın mayıs sonlarında çıkmış, III. cildi ise basılmamıştır. Aslı dört cilt olan Maison rustique adlı eserin tercümesinde Hayrullah Efendi, kendi ülkesinin ihtiyaçlarını göz önünde tutarak kısmen özetleme yoluna gittiği gibi Türk okuyucusu bakımından açıklanmasına gerek duyulan yerlerde de ilâveler yaptığını bildirmektedir. Meclis-i Zirâat âzalığının mahsulü olan eserde, kendisinin memleketimiz açısından dikkat çektiği hususlar ve bazı tenkidî görüşler ayrıca üzerinde durulmayı gerektirecek değerdedir. Ziraî konulara ait birçok levha ve resim ihtiva eden, benzeri yalnız o vakte kadar değil daha sonra da uzun zaman ortaya konulamamış olan bu eser çok geniş bir çerçeve içinde, ziraatla ilgisi dolayısıyla kimyevî maddeler ve minerallerden başlayarak çeşitli cinsleri ve özellikleriyle toprak, tohum, ekin, bitkiler, meyveler, ağaç çeşitleri, her birinin özellikleri ve bakımı, ziraatı ilgilendiren çeşitli botanik bahisleri, bitki hastalıklarından çiftlik hayvanlarına, bunlardan gıda ürünlerinin elde edilmesine, ziraata zararlı hayvanlar ve böceklere, çeşitli yönleriyle çiftlik hayatına, bu hayat içinde kendini gösteren hastalıklar ve tıbbî ârızalara, ticaret ve deniz ticaretine kadar pek zengin bir konu ve bilgi dağarcığını taşımaktadır. 9. Bağçe-i İntizâm. 1848'de yanmadan önce zengin bir botanik bahçesi ve müzesine sahip olan Mekteb-i Tıbbiyye'deki tahsili sırasında iyi bir botanik kültürü alan Hayrullah Efendi'nin bahçe tanzimi ve çiçek yetiştirme konusunda kaleme aldığı bir eserdir. Günümüze kadar adı bile bilinmeyen bu eserin varlığı doğrudan doğruya kendisinden öğrenilmektedir (Lugat-ı Tıbbiyye, s. 425). 10. Mesâil-i Hikmet (İstanbul 1265). Hayrullah Efendi'nin 1265 Rebîülevvel başlarında (1849 Ocağı sonları) yayın sahasına koyduğu bu küçük eser, rüşdiyelere yeni konulan fizik müfredatını karşılamak için kaleme alınmış bir ders kitabıdır. Orta öğretimde daha sonra yazılacak kitaplara örnek teşkil eden eser, öğrencinin konuları rahatça kavrayabilmesi için sorucevap tarzında tertiplenmiştir. On iki bölüm ve 220 soru ve cevaptan meydana gelen eserin sonuna, içinde geçen tıp ve fizik terimleriyle Batı dillerinden gelme sözler için konulmuş olan alfabetik sözlük (s. 100-119), devrin terminoloji arayışlarını ve Hayrullah Efendi'nin ilim dilindeki kavramlar hususunda tutumunu göstermesi bakımından değerlendirilmesi gereken bir çalışmadır. 11. Kıt'a-i Afrika (İstanbul 1268). Müellifin, coğrafya öğretimine ve memleketteki coğrafya kültürünün gelişmesine yardımcı olmak gayesiyle, XIX. asrın ünlü coğrafya âlimi Konrad Malte-Brun'ün Géographie universelle'inden kısaltarak yaptığı ve derkenarlarla açıklayıcı ilâveler kattığı bir tercümedir. Eser, Mekteb-i Tıbbiyye'nin matbaasında 1268 Rebîülâhiri (1852 Şubatı) sonunda taş basması olarak basılmıştır. 12. Hezâr Esrâr (İstanbul 1279, 1285). Bazı hastalıkların tedavisi ve tıbbî birtakım ârızaların giderilmesinden başlayıp fizik ve kimya oyunlarıyla ilgili ameliyelere kadar çeşitli meselelerin en kestirmeden çözüm yollarını "sır" diye adlandırıp 1000 madde etrafında toplamak üzere hekimbaşı Behcet Mustafa Efendi tarafından yazımına başlanmış eserdir. Onun ölümüyle (1834) 850. maddede kalan bu derlemeyi tamamlamak için babası Abdülhak Molla Efendi ele almış, ancak o da sonunu getiremediğinden Hayrullah Efendi yaptığı ilâvelerle bahis konusu sırları 1000'e ulaştırarak eseri tamamlamış, 1279'da (1862) başına eseri değerlendirmeye çalışan bir önsöz koyarak yayımlamıştır. Kitabın, Hayrullah Efendi'nin ölümünden sonra 1285'te (1868) Muhib gazetesi matbaasında bir baskısı daha yapılmıştır.
Hayrullah Efendi'nin bunların dışında, adı tesbit edilmediği gibi kendisine aidiyetinin ne dereceye kadar gerçek olduğu belli olmayan tıpla ilgili bir eseri haber verilmektedir (Ünver, "Hekimbaşı ve Müverrih Hayrullah Efendi'nin Tıbdan Bir Eseri. Birleşik Amerika'da Philadelphia'da College of Phisicians Library'de Bir Tıb Eseri", Hekim ve İlâç, III/2, 1963, s. 21-22; Tıp Tarihimiz Yıllığı, İstanbul 1966, I, 40-41; a.mlf., Dirim, XLVII/9, s. 428). Süheyl Ünver'in eser hakkındaki açıklamaları müphem kaldıktan başka muhafaza edildiği yer olarak gösterilen böyle bir kütüphanenin Philadelphia'da mevcut olmadığı belirtilmektedir (Özaydın, Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, nr. 2, s. 130). Kaydedilen konu başlıkları, bunun müstakil bir eser olmaktan çok müellifin çeşitli tıp konularıyla ilgili yazılarından meydana gelmiş bir karma eser olduğu intıbaını vermektedir.
Diğer Eserleri. Hayrullah Efendi'nin kalem faaliyeti erken yaşlarda yöneldiği şiirle başlamıştır. Aile çevresinden büyük babası Emin Şükûhî, babası Abdülhak ve amcası Behcet efendilerin yolundan giderek Hayrî mahlası ile çeşitli şiirler yazmıştır. Nazım çalışmalarını ihtiva etmesi muhtemel olan defter, şuraya buraya dağılmış eserlerinin bazılarının âkıbetine uğradığından bugün için elde şiirlerinden ancak sınırlı bir kısmı mevcut bulunmaktadır. Bunların çoğu çeşitli eserlerinin içine serpilmiş mısralar, beyitler halindedir. En bol sayıda şiirinin yer aldığı Nakş-ı Hayâl adlı hikâyesinden başlayıp son eseri olan tarihine ve Yolculuk Kitabı'na kadar eserlerinin çoğunda onun nazım parçalarına sık sık rastlanır. Fatîn Efendi'nin tezkiresine aldığı gazelinin yanı sıra diğer söyleyişlerinde onun divan şiirinin mazmunlarına ustalıkla tasarruf ettiği, bunları kendine has bir şekilde üslûba dökmeye muvaffak olduğu göze çarpmaktadır. Okuyucuya kendini kabul ettiren, hâfızada kolaylıkla kalabilecek seçkin mısra ve beyitleri yanında bazan alelâde ve sırf pratik bir maksatla söylenmiş olanları da vardır. 1. Nakş-ı Hayâl. Hayrullah Efendi, bilinebilen bu ilk edebî eserinde kendi başından geçen ve yazıldığı sırada henüz tazeliğini korumakta olan bir gönül macerasını hikâye eder. Tamamıyla eski mesnevi zevk ve estetiğinin hususiyetlerini taşıyan, kendininkiler yanında divan şiirinin seçkin mısra ve beyitleriyle süslediği bu mensur hikâyenin kahramanı divan şiirindeki sevgili tipinin tam bir benzeridir. Başlangıcı Mekteb-i Tıbbiyye'ye girmeden önceki yıllara çıkan bu macerasını anlattığı eserini birinci sınıftaki ders yılı sonunda kaleme alıp 11 Receb 1255'te (20 Eylül 1839) tamamlamıştır. Konusunun esasını, sıkıntılı bir gecede uyku ile uyanıklık arasında gördüğü bir güzel çehreye gönlünü kaptırması, onun kâh gözüküp kâh kaybolması, bir yandan da yerine getirmediği türlü vaadlerle oyalayıp kendisini ıstıraplar içine düşürerek uzaklara gitmesi ve ardından yıllarca çektiği hasret teşkil eder. Fazla bir hareketlilik ve olay akışı göstermeyen macera, eserin devamı boyunca bu duyguların derece derece ulaştığı safhalara uygun, Hümâyunnâme gibi eski Şark hikâyelerinden alınma birtakım epizotlarla birlikte yürür. Bunların yanında araya giren "bir şahs-ı beşûş", "pîr-i rûşen-zamîr" ve "derviş" gibi şahıslarla eserin ağırlık kazandığı diyaloglarda aşk denilen hadisenin ne olduğu meselesi bunun üzerinde tahlil ve tartışmalar yürütülmüştür. Bu noktadan sonra eserde doğrudan doğruya açıklanmayan, fakat devrin tarihî kaynakları vasıtasıyla neler oldukları anlaşılabilen bazı aktüel hadiseler kronolojik sıraları içinde kendilerini bir bir göstermeye başlar. Başından beri ıstıraplarının hallinde yardımcı olup kendisine yol göstermeye çalışan ve gittikçe ön plana çıkan "pîr-i rûşen-zamîr", ona zarar ve hüsrandan başka bir şey getirmeyecek sevdasından vazgeçip kurtuluş ve doğru yolu, ailesinin büyüklerinin (yani amcası Behcet Mustafa ve babası Abdülhak Molla Efendi'nin) yolundan giderek sultanın çevresine girmede ve onun hizmetinde bulunmada aramasını öğütler. Buradan itibaren hikâye Hayrullah Efendi'nin otobiyografisinden bir kesit halini alırken ailesi ve özellikle babasıyla ilgili olarak II. Mahmud'un son yılları ile Sultan Abdülmecid'in cülûsunun ilk aylarına rastlayan bazı gelişmeler ve olaylar araya girer. Hikâye kahramanının tıp tahsili için Paris'e gitme arzusu, buna râzı olmayan babasının "pîr-i rûşen-zamîr" aracılığı ile Avrupa'ya gitmenin mahzurlarından bahsedişi, bu tereddütler arasında babasının gözden düşmesi ve daha sonra yine iyi bir mevki elde etmesi anlatılır. Bütün bu olaylar sonunda hikâyenin kahramanı hasretini çektiği sevgilisinin dönüşü müjdesini alır ve kavuşma zamanını bekler. Son cümleler hikâyenin yazılmamış bir devamı olduğunu göstermektedir. Hayrullah Efendi ile ilgili yazı ve çalışmalarda varlığı hiç bahis konusu edilmemiş olan Nakş-ı Hayâl, kendinin el yazısı ile müsvedde olarak akrabası Sâhib Molla'dan gelen kitaplar arasında İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (TY, nr. 1265, vr. 3b-29b). Hayrullah Efendi'nin gençlik çağıyla ilgili başka hiçbir kaynakta bulunmayan yeni bilgiler getirmesine mukabil çok çetrefil bir yazı ile yazılmış olduğundan okunması pek güç olan eser metnini görenlerce sökülemediğinden şimdiye kadar el değmemiş halde kalmıştır. Adının bahis konusu edildiği doktora tezinde (bk. bibl.) belirtilen sebep dolayısıyla içine nüfuz edilemediği için esere çok sathî bir şekilde temas edilmiştir. 2. Rothomago Tercümesi. D'Ennery Clairville ve Albert Mounier'nin yirmi beş değişik tabloyu içine alan beş perdelik Fransızca oyununun özetlenmiş bir şekilde tercümesidir. 1863 ilkbaharında Paris'e gittiğinde 200. temsilini idrak eden oyunu Châtelet Tiyatrosu'nun zengin dekorları içinde seyredip çok beğendiği ve Osmanlı harem hayatına temas eden tarafları ile de ayrıca ilgi duyduğu için Yolculuk Kitabı'nın Fransa seyahatini anlattığı sayfaları arasına katmıştır (s. 304-330). Tercümenin metni Yolculuk Kitabı'ndan naklen İsmail Hami Danişmend tarafından yayımlanmıştır (Türklük, nr. 2, 1 Mayıs 1939, s. 109-122). 3. Hikâye-i İbrâhim Paşa be-İbrâhîm-i Gülşenî. Hayrullah Efendi'nin edebî zevkinin Batılı tiyatroya iyiden iyiye yönelişini ve bu istikamette kaydettiği gelişimi gösteren bu eseri, Türk sahnesinde yeni yeni uyanmakta olan modern temaşa ihtiyacına cevap vermek yolunda bir adım ve denemedir. 1859 yılında perdelerini açan Saray Tiyatrosu için yazılıp orada temsil edilmiş olma ihtimali bulunan eser, basılamadan aile evrakı arasında uzun müddet kaldıktan sonra 1939 yılında, Türk edebiyatının Batılı tarzda ilk tiyatro oyunu olduğu iddiası ile beraber gün ışığına çıkalıdan beri (İ. H. Danişmend, Türklük, nr. 8, 1939, s. 92-93) özellikle bu yönü bakımından bir ilgi odağı haline gelmiş, esası olmayan çeşitli yorumlara konu olmuştur. Eserin iddia edildiği gibi Avrupaî Türk tiyatrosunun ilk oyunu değil, fakat konusu Osmanlı tarihinden alınma en eski temsili olduğu rahatça söylenebilir. 4. Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Târihi (Hayrullah Efendi Târihi*). En fazla emek verdiği, en tanınmış ve en kalıcı eseridir. Osmanlı tarihini yeni bir zihniyetle ele alma ihtiyacını duyarak yazımına Encümen-i Dâniş yıllarında başladığı ve ölümüne kadar sürdürdüğü bu eseri, Osmanlı tarihiyle ilgili araştırmalarda yakın zamanlara kadar kendisine sık sık müracaat edilen bir kaynak durumunda olmakla beraber, tarihçiliğimize getirdiği yenilikler ve taşıdığı dikkate değer özellikler bakımından bütünüyle ciddi bir incelemeden mahrum kalmıştır. Eser, Ali Şevki Efendi'nin zeyilleriyle beraber 1853-1875 yılları arasında, toplam 2054 sayfa hacminde on sekiz cüz halinde yayımlanmıştır. 5. Yolculuk Kitabı. Hayrullah Efendi'nin en orijinal eseridir. Coğrafî konumu ve nüfusu ile büyük bir ülke olan Türkiye'nin yakın komşusu bulunduğu Batı âlemini tanımamasının büyük bir yanılgı ve eksiklik olacağını belirterek eserini yazmaktaki gayeyi açıklayan Hayrullah Efendi, gittikçe artan temaslar dolayısıyla Avrupa'yı yakından görmenin bir ihtiyaç, hatta moda haline geleceğini söyleyerek Türkiye'den Avrupa'ya gidecek vatandaşlara yardımcı olmak üzere kitabını kaleme aldığını ifade eder. Eser bu yönüyle, ülkemizde bir Türk müellifi tarafından Avrupa hakkında yazılmış ilk seyahat kılavuzudur. Daha önce bizde bir benzeri ortaya konulmamış olan Yolculuk Kitabı, turistik bir kılavuz oluşunun yanı sıra Hayrullah Efendi'nin Avrupa'da yaptığı yolculukları anlatan etraflı bir seyahatnâmedir. Turistik rehber olma karakteri esere zaman zaman hâkim olmakla beraber Viyana ve Paris'in konu edildiği kısımlarda seyahatnâme olma vasfı öne geçer. Hayrullah Efendi eserini sadece kendi yaptığı seyahatlerle sınırlandırmayıp okuyucuyu kendisinin görmediği yerler hakkında da bilgilendirmeye, buralara nasıl gidileceği hususunda kılavuzluk yapmaya çalışmıştır. Paris'e gidişi Akdeniz yolu ile olmayan Hayrullah Efendi, Pire-Messina-Napoli ve oradan İtalya'nın batı kıyılarını, arada Roma ve Floransa'ya kadar iki uzantıyı da içine alan güzergâhı, 1862 yılı Eylülünde, küçük kardeşi Abdülhak Hâmid ile birlikte İstanbul'dan hareket eden büyük oğlu Abdülhâlik Nasûhî'nin kendisine yazdığı yol mektuplarının metinlerini aynen koymak suretiyle anlatır; bu güzergâhın İtalya'dan sonra Marsilya'dan Paris'e kadar olan kısmını da seyahat rehberlerinden alınmış bilgilerle tamamlar. Viyana ve Londra'yı sadece birer fasılda ve tek başlık altında bahis konusu etmesine mukabil anlatmaya doyamadığı Paris bundan böyle bütün kitabı etrafında toplayan bir mihver olur. Oradakilerle bizdekiler arasında mukayeseler yürütürken gördüğü farkı, "Aralarındaki fark beyne's-semâ ve'l-arz gibidir"; "Tatbiki (mukayesesi) beyazla siyahı tatbik gibi farklıdır" yolunda ifadelerle belirtmekten kendini alamaz. Güzelliğine ve medenî seviyesine hayran olduğu bu şehrin şevkle anlattığı büyük meydanları, geniş bulvarları, muhteşem binaları, iki yakasını birbirine bağlayan çok sayıdaki köprüler kuşağı, kalabalık garları, şehir içi taşıtları, posta-telgraf merkezleri, bulvarlar boyunca sıralanmış tiyatroları, adım başı karşılaşılan "café"leri, otelleri ve lokantaları ile şehrin havasına kadar rastladığı her şeyi görüp değerlendirmesini bilen bir kültür adamı belediyeci; müzelerine, geçmişten hâtıralar saklayan tarihî köşelerine, yaşanmış geçmişine yönelişinde bir tarihçi; birer tabiat müzesi olarak gördüğü botanik ve hayvanat bahçelerini, rasathânesini, Paris'in büyük hastahanelerini, tıp ilminin burada ulaşmış olduğu ileri seviyeyi bahis konusu ettiği sayfalarında bir müsbet ilimler adamı; ilim akademileriyle çeşitli ilim müesseselerine, zengin kütüphanelerine çevrilmiş devamlı ilgisiyle bir maarifçi; Fransa ve Paris'in idarî ve siyasî sistemine dair tesbitlerinde de devlet adamı yönü kendisini daima hissettirir. Bu arada konserleri, tiyatro temsilleri, parlak eğlenceleriyle gece hayatının çeşitli taraflarını da gözden kaçırmaz. Tiyatrolar ve buralarda sergilenen temsiller, Batı'nın medenî hayatından onun eserinde en fazla akis bulan taraflarındandır. Öte yandan büyük parklarında, ormanlık köşelerinde, mehtaplı göl kenarlarında geçirdiği saatleri kuvvetli bir tabiat duygusu eşliğinde anlatır. Paris'i dolu dolu yaşayarak gördüğü güzelliklerin ve büyük şehrin kendisine sunduğu konforun tadını çıkarmasını bilen bir haz adamı olma tarafı da Avrupa'da birkaç ay boyunca yaşadığı medeniyet rüyası içinde devamlı yerini alır. Hayranlıkları arasından tahlilci bir bakışa da sahip olan Hayrullah Efendi, dağınık müşahedelerinden başka Fransızlar'ın karakter ve ahlâkını toplu bir şekilde gözden geçirdiği "Umûmen Fransızlar'ın Ahvâli" başlıklı fasılda bu tarafını çok daha iyi görülebilir şekilde ortaya koymaktadır. Meydana getirdikleri medeniyet eserlerine hayranlığını gizlememesine karşılık Hayrullah Efendi'nin Fransız halkının karakteri üzerindeki tahlillerinde takdirden ziyade tenkitçi ve olumsuz bir bakış kendini gösterir. Özellikle onların insanî münasebetlerinde ferdî ve maddî menfaati her şeyin üstünde tuttuklarına dair tesbitlerinde bu tenkitçi bakış iyice öne çıkar. Hayrullah Efendi onların dinlerine karşı tutumlarını gevşek bulmaktadır. Kendilerinin kilise dışında hürmet ve riayet göstermediklerini belirttiği din adamlarının da her türlü günahı işlemekten geri durmadıklarını ve davranışlarının riya perdesi altında bulunduğunu önemle vurgular. Sadece gören değil gördükleri üzerinde düşünmesini bilen bir tarafı da olan Hayrullah Efendi, seyahatlerinden Batı âlemine dair edindiği çeşitli müşahede ve intibalarını eserinin sonunda, "Müellif-i Kitâbın Avrupa Memâliki ile Kendi Beldesinin Tatbikine Dair Efkârı Beyânındadır" adıyla (s. 386-395) müstakil bir bölüm açarak topluca gözden geçirip neticeye bağlamaya çalışır. Batı ile aramızdaki fark meselesinde iyimser bir felsefe benimseyen ve bunu devrinin insanına aşılamak isteyen Hayrullah Efendi, bugün "menba-ı temeddün ve terbiye" sayılan Avrupa'nın eski çağlarda bir vahşet ve cehalet merkezi denecek kadar geri bir halde bulunduğunu, ancak son iki buçuk asır içinde şimdiki seviyesine ulaşabilmiş olduğunu belirtip Türk okuyucusuna hitaben, "Senin bugün sefalet ve gerilik içinde görüp haline üzüldüğün yerlerin yani Şark dünyasının vaktiyle bayındır, insanlarının kültür ve medeniyetçe çok ileri olduğunu bilip düşünecek olursan arada sonradan meydana gelmiş olan bu farkın sebeplerini bulabilirsin"; "Senin milletin olan Türkler ve dindaşın bulunan Araplar, kendi namlarını ibkā edecek nice nice âsâr-ı nâfiaya muvaffak olmuşlardır, yine olurlar" der. Sultan I. Abdülhamid çağından başlayıp Vak'a-i Hayriyye'ye ve oradan Tanzimat'a kadar ıslahat ve yenileşme yolunda girişilmiş teşebbüsleri hatırlattıktan sonra Tanzimat hareketinin ve bunu takip eden diğer ıslahat teşebbüslerinin müsbet neticelerinin devlet ve millet hayatının her şubesinde meydana çıkmaya başladığını, milletçe ilerlemek için gerekli şartlar hazırlanmış, milletin seçkin tabakasından umuma doğru yayılan düşünceler zihinleri uyandırıp artık birlik ve bayındırlık kapıları açılmış ve "terakkî-i hürriyyet ve servet yolları görünmüş olmakla" yeis ve ümitsizliğe düşmek yerine önde açılmakta olan çağa bakmak gerektiğini, her birinin cevabı olumlu çıkan birer soru şekline dökmek suretiyle Tanzimat'tan bu yana olan ıslahat ve gelişmelerin muhasebesini yaparak devlet ve milletin geçmişteki şanına kavuşacağı mesut ve müreffeh bir geleceğin bizi beklediği müjdesinin göründüğünü söyler. Hayrullah Efendi, her yönüne hayranlık duyduğu çeşitli müessese ve nimetlerinin bizde de olması özlemini çektiği Avrupa medeniyeti karşısında bir eziklik duygusuna kendini kaptırmak yerine, her türlü ilerlemeye kabiliyetli olan vatanımızda artık içine girilmiş bulunan uyanış ve yeniden toparlanış yolunda bu ilerlemenin hayırlı netice ve nimetlerine erişilebileceği ümidine samimiyetle bağlanmakta, artık bunun gerçekleşmesini bir zaman meselesi olarak görmektedir. Yolculuk Kitabı, edebiyat ve fikir dünyamızda Ahmed Midhat Efendi'nin Avrupa'da Bir Cevelân'ından evvel Batı âlemini ve Avrupa'yı en tafsilâtlı anlatan eser olmuştur. Hayrullah Efendi'nin, Batı âlemini çeşitli müesseseleri ve çeşitli yönleriyle tanıtma işini, kendine gelene kadar sınırlı kaldığı sefâretnâmeler ve resmî görevlilerin raporları çerçevesi dışına çıkaran eseri Batılılaşma tarihimiz yönünden müstesna bir vesika teşkil etmektedir. İçinde, ilk bakışta kendisinin öncüsü ve benzeri sayılabilecek olan Mısırlı Şeyh Rifâa et-Tahtavî'nin Tahlîsü'l-ibrîz fî telhîsi Paris'ten (Bulak 1250, T trc. Besim Bey, Bulak 1255) gelme bazı bilgi ve görüşler yer almakla beraber görüş alanı sadece Fransa ile sınırlı kalan Tahtavî karşısında Viyana ve Londra'yı da yakından tanımış olan Hayrullah Efendi'nin ufku ondan çok geniştir. Tahtavî'nin Mehmed Ali Paşa çağı Mısır'ının bakış açısını temsil eden eseri, Hayrullah Efendi'nin geniş bir bakış zâviyesinden Avrupa'yı tanıtmaya çalışan kitabı karşısında dar ve sığ kalır. Yazılışı üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra ortaya çıkışı ile seyahat edebiyatımıza onu zenginleştiren bir halka ilâve eden bu mühim eserin zamanında basılmamış olması devrinin Türk fikir hayatı için bir kayıp olmuştur. 1863 yazı içinde Paris'ten yurda dönen Hayrullah Efendi'nin kitabını fazla gecikmeden tamamlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Hattatına, gerektiğinde hemen taş baskısı yapılabilecek şekilde iri ve güzel bir nesih yazı ile istinsah ettirdiği nüshasını Fuad Paşa'nın sadrazam bulunduğu sırada sadâret makamına sunarak 6 Cemâziyelevvel 1281'de (7 Ekim 1864) basımına izin veren irade alınır. Varlığı önce "Avrupa Seyahatnâmesi" adıyla Bursalı Mehmed Tâhir (Osmanlı Müellifleri, III, 51) ve ondan naklen Bağdatlı İsmâil Paşa (Hediyyetü'l-ʿârifîn, I, 358) tarafından haber verilmekle beraber uzun yıllar araştırmacıların istifadesine kapalı kalmış olan eserin ilk tanıtımı sathî bir şekilde Süheyl Ünver tarafından yapılmış (Tabip Hayrullah Efendi, s. 1-2; a.mlf., Tıp Tarihimiz Yıllığı, I, 52-54), daha sonra İsmail Hami Danişmend ve Gündüz Akıncı da onun yetersiz şekilde tanıtımını yaparak bazı parçalarından kısa nakillerde bulunmuşlardır (Danişmend, Türklük, nr. 2, 1 Mayıs 1939, s. 92-93, 109-122; nr. 8, İkinciteşrin 1939, s. 74, 102-103; a.mlf., Cumhuriyet, 1 Temmuz 1941; 18 Temmuz 1941; Akıncı, s. 6, 51). Mevcutlar içinde eserin en iyi değerlendirmesi Ercümend Kuran'ın kaleminden çıkmıştır (Prilozi, XXX, 1980, s. 299-305). Aynı müellif başka bir yazısında da eserden bazı parçalar verir (Çağını Yakalayan Osmanlı, s. 159-163). Abdülhak Hâmid'in ölümünden sonra ona ait bazı evrak ve müsveddelerle birlikte Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne intikal eden ve hususi bir köşede o evrakla birlikte muhafaza olunan, başından ilk üç sayfası eksik olarak ciltlenmiş, müsveddesi ise elde bulunmayan bu biricik yazma bugün kayıp gösterildiği gibi Millî Kütüphane'deki mikrofilminin de kaybolduğu bildirilmektedir.
Faaliyet ve eserlerine bu toplu bakıştan sonra bir değerlendirmeye gidilirse, hakkındaki kanaatler sathî ve yetersiz bilgiler seviyesinde kaldığından, Türkiye'nin yenileşme tarihindeki yeri gereğince görülememiş olan Hayrullah Efendi'nin bu tarafı bütünü göstermekten uzak, ufak tefek, kısmî bazı temaslar çerçevesi içinde kalmıştır (meselâ Akyol, s. 553-554; Yinanç, a.e., s. 576-577, 586; Berkes, s. 206, 507). Tek başına büyük eseri olan tarihiyle alınsa dahi hep bir müracaat kitabı gibi bakılagelmekle, içindeki farkına varılmamış orijinal görüşleri ve burada kendisine Nâmık Kemal'den önce vatan, millet, millî duygu ve haysiyet kavramlarını yerleştirmeye çalışan bir düşünce adamı hüviyetini veren yönü, bir de ulaşılamamış son eseri Yolculuk Kitabı'ndaki derin dikkatleri ve Batı medeniyeti karşısında Türklük adına özlemleriyle Hayrullah Efendi üzerinde bugün için en iyi tanımlama, bir önceki cümlesinde kendisine devrinin hakikaten uyanmış insanlarından biri olarak bakmamız uyarısını da beraberinde getiren şu yargıda ifadesini bulmaktadır: "Tarihinde ciltten cilde değişen ve inkişaf eden görüşlerden sarfınazar seyahatnâmesinde yeni bir neslin adamı olduğunu gösterir. Bu, hekimliği sevmeyen tıbbiye mezununun devrinin ne kadar ilerisinde olduğunu anlamak için seyahatnâmesinde öğretim ve sistemleri, mektep kitapları üzerinde yazdıklarını okumak kâfidir" (Tanpınar, s. 508).
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi