Ya da olamamak... İşte bu aralar düşündüğüm yegane şey bu. Bizi özümüzden ayrı tutan ne bilemiyorum.
Önümüzü kesen, adım atmamızı engelleyen, vazgeçirten, erteleten, o en derindeki duygu ne bilemiyorum. Vardır herkesin içinde öyle bi' şeyler. Vardır herkesin açılmayı bekleyen kutuları, sihirli yanları... O gitarı çalmak istersin, o sporu yapmak mesela, ya da en yaygınından o kilolardan kurtulmak...
Veya o ilişkiye nokta koymak, o yolculuğa çıkmak... Gitmek istersin bir yerlere, bir yerlerde olmak ve bir yerlere ait olmak (ki ait olamadığımızdandır tüm kederimiz).
Sana doğru, tam kalbine doğru, senin doğrularını anlatan ve yaşatan o yerde olmak... Senin böyle olmaman gerekirdi ama oldun.
Sen yaptın ve köşeye sıkıştın, çık çıkabilirsen...
NİÇİN YAŞIYORUM?
İnsanoğlunun yapmak isteyip yapamadıkları listesi sonsuz. Bırakması ve başlaması gerekenlerin listesi uzun. Esasen kişi öyle iyi biliyor ki neye ihtiyacı olduğunu... Hani o bile bile yapamama, oracıkta tek ayak üstünde hayatın olmasını bekleme hali var ya, bitiriyor adamı. 'Bir şeylerde terslik var, benim bu hayatı yaşamamam gerek. İçimde uçmayı bekleyen kelebekler ağlıyorlar' desen nankör, durduk yere başına iş açan, rahat batan ilan edilirsin.
'Hayat bu kadar' derler sana.
İşin, geçinmeni sağlayacak maaşın, birkaç arkadaşın, ailen, sağlığın var işte, daha ne!
Ben bu hayatı niçin yaşıyorum?
Ben bu hayattan memnun muyum?
Ben dünyaya bunun için mi geldim?
Neden yüzde 100'ümü göremiyorum?
Bu soruları sorarsın ve kendine bir yol ararsın. Yola çıkamaz, sonra vazgeçer, kaldığın yerden oyuna katılırsın.
Sonra gelsin antidepresanlar, gitsin yemekler, alkoller, abartılı hareketler, her şeyi aynı anda yapma telaşı... Dahaların peşinde koşa koşa, daha da tükenir, solarsın. Ve fakat o sorular bir kere girdi mi bünyeye, susmak bilmez.
Ya adım atacaksın ya da ömrünü çürümeye bırakacaksın, başka şıkkın yok. İşte tam da bu noktada çoğumuz, 'Elimizdekilere de şükür' diyerek kalırız kaldığımız yerde. Yapamadıklarımız kocaman pişmanlıklara dönüşür, o pişmanlıklar da görünmez duvarlara...
Dahanın peşinde koşuyorduk ya, hah! Daha öfkeli, daha yalnız, daha anlaşılamaz, daha bıkkın, daha yorgun hissederiz kendimizi her geçen gün.
Yılmaz Erdoğan, Kafa dergisinin Eylül sayısı için bir yazı yazmış. İstanbul'u bırakıp Köyceğiz'e yerleşme hikayesini anlatıyor. Sanırım bundan iki yıl önceydi, Yılmaz'ı ofisinde ziyarete gitmiştim. "Gel, sana ne göstereceğim..." dedi. Yazısında da anlattığı o 20 metrekarelik bahçeye çıkarttı beni. Bir sürü otu görünce şaşkın şaşkın baktım yüzüne. Ne yalan söyleyeyim, içimden 'Hah! Yılmaz da kafayı yaktı; maydanoz-biberciler kervanına katıldı' diye geçirdim. Eh insan cesaret edemediği şeyleri görünce ya dalga geçiyor ya da burun kıvırıyor.
"Şifa bunlar şifa Ayşe, uyan!" dedi.
Sonra topladığı otlardan çay yapmak için mutfağa geçti. Çayları alıp çalışma odasına gittik, masasının üstünde onlarca kitap...
Otları, bitkileri, doğanın şifalarını anlatan kitaplar... Her şeyi bir kenara bırakıp bunları çalışıyordu Yılmaz... Tek tek okuyor, notlar alıyor, bahçesinde yetişen otların isimlerini, faydalarını buluyordu. Zaten son yıllarda çok değişmişti Yılmaz; bambaşka biri olmuştu. Bu başkalığı nasıl anlatsam bilemiyorum.
Varlığı çokken hiç gibiydi, görmeyi bilene müjde gibiyken, kenara çekilip bekleyen gibiydi. Sabırdı, sükunetti, kavgasızdı, telaşsızdı, gözleyendi... Biz aynı sabahlara uyanıp aynı meselesiz meselelerin peşinden koştururken, o almış yürümüş ve birçok şeyden vazgeçmişti.
YAŞAMIYORUM, YAPIYORUM
Kafa'daki 'Bir toprak evde ve bir bahçede doğmuştum ama ben de işin sonunda şehir telaşında kaybolmuştum' dediği yazısında, bir cümle beni yerle yeksan etti: 'Ne yaşıyorum bu şehirde?
Aslında sadece yapıyorum, yaşamıyorum.' İşte tam da kurcalamaya korktuğum buydu: Ne yaşıyorum bu şehirde? En son ne zaman İstanbul'u sevdim ben, ne zaman sokaklarını arşınladım, ne zaman gördüklerimin coşkusuyla umutlandım? Ne zaman?
'Korkma, düş yollara kardeşim' diyor Yılmaz. 'Düş kendi yoluna, doğaya, çiçeğe, toprağa, bak neler olacak?' diyor.
GÖZÜMDEKİ YAŞ...
Yılmaz'ın bu yazısını 'Oooh adamın tuzu kuru tabii, gider köye yerleşir' tonunda yorumlayanlar, kibirlerine yenik düşüyor. Bunun tuzu kurulukla ilgisi yok; cesaretle ve vazgeçebilmekle ilgisi var. Bizim olduğumuz, bizi var ettiğini sandığımız işimiz, koltuğumuz, banka hesabımız, evimiz, arabamızdan kopamayışımızla ilgisi var. Tam tersine, asıl Yılmaz Erdoğan'ın yerinde olsa çekip gidemez insan. Beni ezip geçen, üzen, yoran, her gün yataktan zorla kalkmama neden olan hayatımın yönetmeniyim.
Hayatımda ne varsa yüzde 100 benim eserim, değil mi? Şimdi çekip gidemiyorsam, şimdi yeniden başlamaktan öcü gibi korkuyorsam, şimdi bilinenin garanticiliğini, bilinmezin gizemine tercih ediyorsam; hepsi benim seçimim. Karnımdaki ağrı, gözümdeki yaş, olduramadıklarımın yarattığı kalp kırıklığı, keşfedemeğim topraklarım; hepsi benim korkakça seçimlerim.
Yılmaz Erdoğan olmak ya da olmamak... İşte bütün düşündüğüm bu.