Herkesin bir arkadaşı vardır, hani ona değişik pencereler açan, "Hadi bir de buradan bak" diyen.
Hani sürekli bilmediğiniz, görmediğiniz, duymadığınız şeyleri size bildiren. Kendisi, hayatınızın 'dürtmeden sorumlu bakanı'dır.
Bir süre sonra bu 'dürtme' hali size de bulaşır ve aranızda bir yarış başlar.
Yemek, müzik, seyahatler, yeni çıkanlar, kitaplar... Ne varsa birbirinize yağdırmaya başlarsınız.
KİŞİSEL TEPİŞİM
Herkesin böyle bir arkadaşı olmalıdır.
Yoksa yiyip içmek, dedikodu yapmak, birbirini pohpohlamak, zaman zaman karşılıklı 'vah vahlanıp' dizlerini dövmek kolaydır.
Benim de öyle bir arkadaşım var. Kendisi ayaklı dizi. Durup durup kendine yeni işler çıkartıyor, sonra beni de peşinden sürüklüyor.
Çoğu zaman hızla vazgeçiyor, daldan dala zıplıyor ama her şeyi deniyor, her şeyi okuyor. Ne zaman görsem, elime yeni kitaplar, DVD'ler, dergiler sıkıştırıyor.
Bugünlerde konumuz 'kişisel gelişim'. Yıllar önce o sayfayı kapatıp "Bana pas" demiştim.
Daralmıştım, kişisel tepişimle bir yere varmayacağımı düşünmüştüm.
Bizimki nefes seanslarına gidiyor, ışıklar yolluyor, affediyor, sözsüz müzik dinliyor (sözler bilinçaltına yerleşiyormuş), salondaki masasının üstü kitaptan geçilmiyor....
Geçen cuma akşamı herkes sokaklarda laylaylom ya da sevgilisiyle, ailesiyle, arkadaşlarıyla bir cuma sosyalliği içindeyken, biz o arkadaşımın evinde buluştuk.
İki işkolik açtık bilgisayarları, topladık ekibi; bir onun işini yapıyoruz, bir benim. Telefonlar açılıyor, sinirleniliyor, kahkahalar atılıyor.
Oturduğumuz masanın üstü karmakarışık.
DEĞİŞKEN KADER
Defterleri, gazeteleri, kitapları ite ite bilgisayarımı koyabiliyorum.
Halimizi anlayın yani. "Hadi bana kitap ver" diyorum.
Masanın başına mahallenin manavı misali geçip bana kitaplar seçiyor.
Kitapları verirken de "Bak bu çok iyi değil ama", "Aaa bu çok bomba", "Bunda birkaç cümle çok önemli, hepsine katlan", "Bunu beş dakikada bitirirsin" gibi cümleler kuruyor.
Ben de o arada neden bu arkadaşımı çok sevdiğimi düşünüyorum...
O bana babamı hatırlatıyor, o benim, akılda tıkanınca, acil durum aklım, o benim değişken yanım...
Verdiği kitapları alıp öğrenci gibi çıkıyorum, çıkmadan da ondan kocaman bir kucak alıyorum tabii.
Eve gelince, haklı olduğunu görüyorum.
Kimini beş dakikada bitiriyorum, kimine gülüyorum, kimine "Amaaan" çekiyorum, kiminin satırlarını kırmızı kalemle çiziyorum.
Ve tam da "Offf" çektiğim bir kitapta şu bölümle karşılaşıyorum. Özer Uçuran Çiller yazmış...
Kitabın adı; 'Yazgı-Değişken Kader'.
Kaderden yazgıya yaşam yolculuğu anlatılıyor. Ne kadarı kader, ne kadarı bizim elimizde hesabı...
Formüller veriyor Çiller. 'Ferrarisini Satan Bilge'den hallice işte...
Tabii bazı hayat kurallarını hatırlamak hoşuma da gitmiyor değil.
ZEKA, İNANÇ, BAŞARI
Hızlı hızlı geçerken sayfa 67'de duruyorum.
Bir arkadaşının 'Unutmayalım' başlığıyla yolladığı e-postayı yazmış Özer Uçuran Çiller...
Ben de size aktarayım dedim.
Bence de unutmayalım!
Sevgisiz zeka, bizi küstah yapar.
Sevgisiz adalet, bizi dizginsiz yapar.
Sevgisiz diplomasi, bizi ikiyüzlü yapar.
Sevgisiz başarı, bizi kibirli yapar.
Sevgisiz zenginlik, bizi haris yapar.
Sevgisiz uysallık, bizi hizmetkar yapar.
Sevgisiz yoksulluk, bizi mağrur, aksi yapar.
Sevgisiz güzellik, bizi gülünç yapar.
Sevgisiz kudret, bizi zorba, despot yapar.
Sevgisiz çalışma, bizi köle yapar.
Sevgisiz sadelik, bizi değersiz yapar.
Sevgisiz yasa ve kural, bizi tutsak yapar.
Sevgisiz siyaset, bizi bencil yapar.
Sevgisiz inanç, bizi bağnaz yapar.
Sevgisiz hayat anlamsızdır.
Sevgi, bizi özgür kılar...
Ben bu maddelerdeki 'sevgisiz' kelimesinin yerine, bir çoğunda 'vicdansız'ı koymayı tercih ederdim tabii.
Mesela vicdansız yazılar yazmak, bizi entelektüel değil, zavallı yapar.