Çarşamba günü... Hava sıcak mı, soğuk mu belli değil.
Gazetede işlerimi bitirip yola çıkıyorum. Yılmaz Erdoğan'la röportajım var.
Söz konusu Yılmaz Erdoğan olunca, ortada sadece bir oyuncu yok; önemli bir yazar var, düşünen, soru soran bir adam var, en tepedeyken şehri terk edip toprağa, çiçeğe, bitkiye koşacak kadar meselesi kendiyle olan biri var. Hayatımıza damga vuran, ışık tutan, bizi dürten bir senarist, bir kitap aşığı, elini gençlere uzatan bir hoca var.
Dümenini tam yol ileri kırmış bir yönetmen var, şiirler ve yazılar var.
28 Ekim'de vizyona girecek olan yeni filmi 'Ekşi Elmalar'ı konuşmak için buluşacağız Yılmaz Erdoğan'la ve filmdeki diğer oyuncular Songül Öden, Farah Zeynep Abdullah, Şükran Ovalı'yla...
SIRA ANNE TARAFINDA
Ritz Carlton'dan içeriye girer girmez lobide 'Ekşi Elmalar' afişiyle karşılaşıyorum. PR danışmanları, otel müdürleri ve asistanlar; bütün gün sürecek film röportajlarının tıkır tıkır yürümesi için koşuşturuyorlar. Bizim fotoğraf ekibimiz çoktan gelmiş, mekan-ışık denemeleri yapıyor.
Bir bilene soruyorum: "Neredeler?" Lobiden sola dönüp düz gidince arkadaki kafedelermiş, gidiyorum. Yılmaz Erdoğan ve Songül Öden, röportaj arasında yemek yiyor. Onlar yemeklerini yerken, ben hazırlığa başlıyorum.
O sırada Farah Zeynep Abdullah geliyor; nasıl da tatlı, tam bir prenses...
Siyah gömleğinin üstüne taktığı beyaz kravatı dikkatimi çekiyor.
Elinde yeşil elma ile koltuğa kurulmuş fotoğraf çektirirken, çekimlerde yediği elmaları anlatıyor.
Az sonra Yılmaz Erdoğan ve Songül Öden de fotoğraf çekilen yere geliyor. Şükran Ovalı yok, setten izin alamamış. Filmde Songül Öden, güzelliği dillere destan 'Türkan' rolünde. Üç kız kardeşin en büyüğü... Müthiş bir güzelliği var; gizemli, dişi ve sağlam. Soğuk biri olduğunu düşünürken, karşımda insana huzur veren, sempatik birini görünce şaşırıyorum. Fotoğraf çekiminde ona sıra geldiğinde "Lütfen bana bakmayın, utanıyorum" diyor, şaşırıyorum.
'Oyuncular, rolleri dışında utangaç olur' fikrine inanıyorum.
Sonra hep beraber sohbete başlıyoruz. Yılmaz Erdoğan'la sadece konuşmaya başlamak yeterli. Sakin ses tonuyla, esasen hiç de sakin olmayan şeylerden bahsedebilmesi onun ayrıcalığı galiba. Ondan, senaryosunu sekiz yılda tamamladığı 'Ekşi Elmalar'ı anlatmasını istediğimde söze şöyle başlıyor:
"Kendimi bildim bileli bu filmi yazmak istedim. Hakkari'yi, Biçer Mahallesi'ni ve annemgilleri...
'Vizontele'lerde genellikle baba tarafımı anlattım, şimdi sıra anne tarafında..." "1977 yılında Hakkari'de başlayan, bugüne kadar gelen anne-baba ve üç kızı üzerinden bir ailenin öyküsü. Aile üzerinden de ülkenin öyküsü" olarak özetlediği 'Ekşi Elmalar'ın kahramanları, Yılmaz Erdoğan'ın ailesi.
Filmdeki sert mizaçlı belediye reisi 'Aziz Özay', Yılmaz Erdoğan'ın dedesi Sait Atay'dan esinlenilerek yazılmış. Filmde dedesinin kıyafetleri birebir dikilmiş, aksesuvarları aynen kullanılmış. Bu arada; dedesinin bir giydiği takımı bir daha giymeyişinden, evde otursa bile kravatını, mendilini, iğnesini asla eksik etmemesinden söz ederken, dedesine olan hayranlığı gözlerinden okunuyor. Onu şöyle anlatıyor: "60'larda Hakkari'ye teleferik yapmak isteyecek kadar çağın ilerisinde bir adamdı.
Hayalleriyle yalnız bir adam.
Müthiş bir karizması vardı." Filmdeki 'Aziz Özay'ın üç kızı da; Yılmaz Erdoğan'ın annesi ve teyzelerinden esinlenilen karakterler. Gerçekte; Erdoğan'ın dedesinin altı kızı, üç oğlu var.
Kızların en büyüğü de, Yılmaz Erdoğan'ın annesi. Filmde Songül Öden'in oynadığı 'Türkan'ın, annesiyle Şükran Teyze'sinin bir karışımı olduğunu söylüyor:
"Ben onlarla büyüdüm, onlara hep aşıktım, her biri birbirinden tatlı insanlar. Onların kendi aralarındaki mizahı ve makarası, bana biraz Tanrı'nın hediyesi gibi oldu." Önce 'Sürahi Nine', sonra 'Vizontele'ler, şimdi de 'Ekşi Elmalar'; hikayesi bitmeyen bir aile... Tabii hayatta ne kadar görebilirsen, o kadar hikaye yakalarsın değil mi?
Gelelim kızlara... Songül Öden ('Türkan'), Şükran Ovalı ('Safiye') ve Farah Zeynep Abdullah'ın ('Muazzez') canlandırdığı üç kız kardeş; üç ayrı dünyayı ve üç ayrı kadını simgeliyor.
Kimi hedefine kilitleniyor, kimi aşkı arıyor ama hepsi de, her şartta hayallerinin peşinden koşan kadınlar. Babalarından hem korkuyor, hem de ona müthiş bir hayranlık duyuyorlar.
"Bu bir kadın filmi mi yani?" diye soruyorum, şöyle cevap veriyor Erdoğan: "Kadınları anlatan bir hikaye ama yalnızca bir kadın filmi değil. Senaryo dünyasında kadınları edilgen yaparlar. Genellikle telefonda 'Hangi hastanede, nerede?' diye koşanlardır kadınlar. Edilgen olması beklenen karakterler, kendi yollarını buluyor. Bunlar üzerinden feodal toplumun, hayalleri olan çağın ötesinde bir adamın hikayesi de var." Acaba oyuncuları nasıl seçmiş?
Çok meraklı olduğu pin kodlarına mı bakmış? "Zaten onları eskiden beri tanıyorum, pin kodlarını biliyorum" diyor gülerek. Erdoğan; "Ben bir şiirde oynadım" diyen Songül Öden'e, filmden ilk kez 2014'te Altın Portakal'da bahsetmiş ancak o zaman hikayede kızlar, daha genç karakterler olarak yazıldığı için rolü Songül'e teklif etmemiş. Sonra hikaye kızların büyüdüğü zamanda geçince, Songül'ü aramış.
Farah ise 'Ekşi Elmalar'la, beş-altı yıl önce Demet Akbağ'ın doğum gününde, Yılmaz Erdoğan'ın ona hikayeyi tiyatro oyunu şeklinde okumasıyla tanışmış. Hatta o zamanlar Yılmaz Erdoğan, Akbağ'a "Ekşi Elmalar'ı tiyatro yapacağız" diye söz vermiş ama kısmet olmamış.
Farah, Erdoğan'ın Köyceğiz'deki çiftliğine ziyarete gittiğinde, senaryoyu okumuş.
"N'olur sette olayım, asistanlık falan bi' şey yapayım" deyince, Erdoğan'dan "Madem sette olacaksın, o zaman oyna" cevabını almış. Sette asistanlık da yapmış tabii.
Anne rolündeki Devrim Yakut ise, Yılmaz Erdoğan'dan telefon aldığında senaryoyu okumadan "Evet" demiş. Filmin; söz edilmeyen kadınlardan, onların yaşamından, hayallerinden, gerçeklerinden bahsetmesine vurulmuş. "40 yaşından sonra kadın oyuncuların ölmesini istiyorlar. Kimse gerçek kadınların hikayesini anlatmak istemiyor" diye dert yanıyor Yakut.
MUĞLA'DA HAKKARİ KÖYÜ
Senaryosu sekiz yılda yazılan filmin setinin kurulması ise 60 günden fazla sürmüş. Muğla'da 50 dönümlük bir araziye Hakkari'nin merkezini kurmuşlar.
Dedesinin evinin bire bir aynısını, kadınların çıkamadığı çarşıyı, binaları... Yaklaşık bin kişinin çalıştığı sette çekimler 8.5 hafta sürmüş. Blue box kurulmuş, ilk defa anamorfik lens kullanılmış. Nedir anamorfik lens? "Bir filme bakıyorsun, 'Bu Amerikan filmi, bu Türk filmi' diyorsun ya, işte o farkı yaratan lens. Teknik açıdan bugüne kadar çektiğim en iyi film" diyor Yılmaz Erdoğan.
Hakkari'den halılar, çadırlar, süt-tereyağ yapılan meşkler getirilmiş. Yılmaz Erdoğan'ın annesi ve iki teyzesi de setteymiş.
Kıyafetlerin nasıl giyileceğinden takıların nasıl takılacağına kadar tüm detaylarla ilgilenip rehberlik etmişler. Yani filmin kahramanları, bir de danışmanlık yapmış.
'FİLMİ HER GÜN İZLİY ORUM'
Songül Öden, kostümlerden nasıl etkilendiğini şöyle anlatıyor:
"Bakın şimdi hepimiz koyu renkler giymişiz. Filmdeki kıyafetler öyle neşeli ki; morlar, sarılar, sürmeler... Çok şık ve feminen. Dedim ki, acaba bunlar masal mı, gerçek mi? Hemen Yılmaz fotoğrafları gösterdi, o kıyafetlerle bulaşık yıkıyorlar, yaylaya çıkıyorlar, hizmet ediyorlar.
İnanılmaz bir güzellik..." Yılmaz Erdoğan'ın filmde giydiği kostümler ise dedesi Sait Atay'ın kıyafetlerinin aynısı.
Annesi ve teyzeleri, sette Yılmaz Erdoğan'ı ilk kez dedesinin kıyafetleriyle görünce ağlamaya başlamış. "Sete ambulans çağırdım.
Muazzez Teyzem'den korktum, dedem de yeni vefat etmişti" diyor. Ailesine büyük bir armağan bırakmanın mutluluğunu taşıyor Erdoğan. Filmi her gün izlediğini ve her defasında "Çok şükür, iyi ki yaptık" dediğini söylüyor. Gerisi de seyirciye kalıyor.
KÖYDE LEĞENE SALATALIK TOPLAYIP KÜTÜR KÜTÜR YİYORUM
Önümüzdeki günlerde 50 yaşına girecek olan Yılmaz Erdoğan'la, biraz da yazdığı 'şehirden gitme' mektubunu konuşmak istiyorum.
Öyle bir mektup yazdı ki, sosyal medyada herkes onu konuştu.
Kimi 'Onun tuzu kuru tabii; kalkar Köyceğiz'e yerleşir, çiftlik hayatı yaşar' dedi, kimisi ise cesaretini kıskandı. Tam da içimizdeki o ağrıya parmak basan yazısı için; "Bu zamanın ruhunun, kentten köye göç zamanı olduğuna inandığım için, insanlarda o duyguyu tetiklemek amacıyla yazdım" diyor. Ve aynen de öyle oldu...
'şehirde herkes çok bilir' Şehri terk edişini şöyle anlatıyor:
"10 yıldır içimde bir sancı vardı zaten.
Şehirde sadece ne yaptığımızı biliyoruz.
'Ne yaşıyorum?' diye sorsan hiç ve aynı hiçlik tekrar ediyor. Şehir, insanların bir araya gelip başkalarından bahsettiği yerdir. Gerçek hayat; toprakla, doğayla temas gerektirir. Şehirde biriken şey bilgidir; herkes çok bilir. Herkesin 150 tane cevabı var ama doğru düzgün sorusu olan çok az insan var. Yapabilgi sıfırdır çünkü yapılacak yer burası değildir.
Şehirde günde bir tek şey yapabilirsin.
Mesela Nişantaşı'nda doktora gideceksen, o gün sadece onu yapabilirsin. Biz köyde 40 tane iş yapıyoruz, bir bakıyoruz saat öğlen 1... Gün gerçekten bitmiyor.
Bunu olumsuzundan alıp 'Orada canım sıkılır' diyen bir kentli kafası mevcut. Can sıkıntısı insan türünün baş belasıdır, şımarık çirkin bir duygudur."
'ALIŞKANLIKLAR, BİR HAPİSHANE'
Peki dilimizde, 'Bu şehirde yaşayamıyorum, gitmek istiyorum' cümleleri varken, mis gibi kokan topraklara uyanma fikri hayallerimizi süslerken, niye bunu yapamıyoruz? Buna tam Yılmaz Erdoğanca bir cevap veriyor: "Bizim bir hapishanemiz var, kapısında da 'Alışkanlıklarımız' yazıyor. Kendimizi alışkanlıklarımızın içine hapsettik."
'ESKİ KENDİNLE VEDALAŞMALISIN'
"Sosyal hayattan uzaklaşmak da korkutuyor insanları" diyorum, gülüyor:
"Sosyal hayat dediğimiz; bir kafeye gitmek, tartışmalı bi' şeyler, yani ölü gıdalar yemek ve kahve içmek. Mesela bizim meslek için söylersem; filancaların yaptığı filmin, dizinin ne kadar kötü olduğunu konuşup evine gitmek." Haksız mı? Sonuna kadar haklı:
"Kimse kendi eksiğine odaklanmıyor, zaman çok hızlı. Büyük bir değişim için, eski kendinle vedalaşıp yenisini inşa etmen gerekir. Vazgeçeceğin şey sensin.
Cesur hareketler lazım. 'Ben artık sizinle görüşmüyorum' deme cesareti lazım.
Üstelik gidince İstanbul daha güzel oluyor çünkü ziyarete gidiyorsun, 'Aa Boğaz ne kadar güzelmiş' diyorsun. Gerçek arkadaşlarınla bağın güçleniyor."
'YAPTIĞIM EN ORGANİK FİLM'
Şehirde sıkışmış ruhum, tutsaklığıma sinirlenip iyice sıkışırken devam ediyor Erdoğan: "En basiti; burada salata ısmarladığında bin çeşni koyuyorsun ki tadı bi' şeye benzesin. Ben köyde leğenimi alıyorum, bahçeden salatalıklarımı toplayıp kütür kütür yiyorum." 'Eh tabii Yılmaz Erdoğan'ın tuzu kuru' bakışıyla ona burun kıvıranları soruyorum, şöyle diyor: "Yahu tam tersi; esas tuzun ıslaksa oralara gideceksin.
Burada iki kişinin yediği yemeğe verdiğin parayla, orada 10 kişi yemek yersin; hem de en güzelini, doğalını." 'Ekşi Elmalar'ın, kendisinin şehirden köye taşınma sürecinin bir parçası olduğu söyleyen Yılmaz Erdoğan, "Bu film, bugüne kadar yaptığım en organik film.
Bahçe ve bitkiler üzerinden anlatılan bir hikaye" diyor.
YILMAZ ERDOĞAN
"Filmi çekerken dedem yeni vefat etmişti. Dedem; giydiği bir takım elbiseyi bir daha giymeyen, evde bile kravat takan biriydi."
SONGÜL ÖDEN
"Filmdeki kıyafetler öyle neşeli ve renkli ki... Çok şık ve feminen. Dedim ki, acaba bunlar bir masal mı, yoksa gerçek mi?"
FARAH ZEYNEP
Abdullah "Filmi ilk duyduğumda, Yılmaz Erdoğan'a 'Lütfen ben de sette olayım, asistanlık falan bile yapsam olur' dedim."
BİR TON ELMA
'Ekşi Elmalar'ın galası için Maslak'taki Uniq İstanbul'a bin 500 kişilik bir sinema salonu kurulacak. Galada konuklara, Hakkari'den getirilen bir ton elma ikram edilecek. Film, 28 Ekim'de vizyona girecek.