Bu yıl beşinci sezonu.
Ekranlara 'merhaba' diyeli neredeyse 200 bölüm oldu.
Cumartesi gecesi, karşısında iddialı diziler, görkemli yarışmalar var. Ama Seksenler dizisi, reyting listelerinin tepelerinde dolaşmaya devam ediyor. Bazen gün birincisi oluyor, bazen ikinci, bazen üçüncü ama beşincilikten aşağı düşmüyor.
Dizi, 1980'li yıllarda yaşayan bir aile ve onların bulunduğu mahalle etrafında gelişen sıradan olayları anlatıyor aslında. Yani drama açısından öyle büyük lafları olmayan bir yapım. Bu yönüyle bakıldığında son derece mütevazı bir dizi.
Peki nasıl oluyor da Seksenler beş yıldır televizyon izleyicisini ekran başında tutmayı başarıyor? Bu soruya yanıt olarak aklımdan çeşitli cümleler geçti. İnsanların 80'li yıllarda daha mutlu ve umutlu olduğunu, o günleri özlediklerini düşündüm. Ama darbe sonrası Türkiye, en sancılı günlerini yaşıyordu. Hayatımız allak bullak olmuştu.
Evet, terör bitmişti bitmesine ama gizli saklı bir başka baskı ve terör kuşatmıştı dört bir yanımızı.
Hayat iyice pahalılaşmıştı.
Orta direk eriyip gitmişti. Yolsuzluğun, rüşvetin bini bir paraydı. O günleri kim özlerdi ki...
Evet, oyunculuk performansları üst düzeydi. Ama dizinin izlenmesini sağlayan 'baş etken' değildi kuşkusuz.
(Bu arada yeni sezonda kadroya eklenen, Zengin Kız Fakir Oğlan'dan transfer Kemal Kuruçay'ı büyük bir keyifle izliyorum. Mandıra Filozofu filminde de olağanüstüydü.) Bir sit-com olduğu için, öyle deha gerektirecek senaryo ve yönetmenlik oyunlarına da ihtiyaç yoktu zaten.
Peki o zaman bu diziyi izleyicinin gözünde cazip kılan neydi? Düşünüp düşünüp içinden çıkamadığım soruyu, dizinin yapımcısı Birol Güven'e sordum. Onun iki cümlelik açıklaması, her şeyi kavramama yetti: "Diğer dizilerdeki hikayeler o kadar büyük ki, bizim önemsiz gündelik hikayelerimiz ilginç gelmeye başladı insanlara.
Biz daha gerçek kaldık galiba..." Aslında diziyi tutturan 'anahtar kelimeleri' yazının ikinci paragrafında koyu renkli olarak verdim. Sıradan, büyük lafları olmayan, mütevazı dizi...
Televizyondaki hikayeleri öyle süsledik, öyle allayıp pullayıp 'erişilmez' kıldık ki, gerçekliği el birliğiyle ortadan kaldırdık. Hepimizin havuzlu tripleks evlerde yaşayıp lüks spor arabalarla dolaştığına kendimizi bile inandırdık.
İntikam olmadan yaşanmaz, entrika kurmadan başarı sağlanmaz, üç rakibi ekarte etmeden aşık olunmaz sandık.
Seksenler'de 'bizimki gibi' bir yaşam görünce de dört elle sarıldık, hepsi bu...
Bütün süslerimizden, ihtiraslarımızdan, sanallığımızdan arınmaya ne kadar muhtaç olduğumuzu, Seksenler'in başarısıyla birlikte bana yeni bir reklam filmi anlatıyor.
Ayran reklamındaki dış ses diyor ki, 'Makarna dersin cool olmaz, spagetti dersin cool olur. Oysa kendin olmak en doğalı, çalkala Sütaş ayranı...' Bizi, kapıldığımız bu selden kurtaracak ağaç dalı olarak, mütevazı bir diziye ve bıyığımıza bulaşan ayrana sarılıyor olmamız, size de dramatik gelmiyor mu?