Cuma gününden itibaren tüm yurt, 'rutubetli' havanın etkisinde kalacak. Ama yağışa neden olacak cephe sistemi bu kez Balkanlar'dan değil, Benim Dünyam filminin gösterime girdiği sinema salonlarından gelecek... Özellikle romatizması olanlar ve yeterli mendil stoku bulunmayanlar, salonlardan uzak dursun!
Beni bu denli 'yakalayan' en fazla üç film daha sayabilirim: Babam ve Oğlum, Issız Adam ve Kelebeğin Rüyası... Ama Benim Dünyam'ın, tüm tragedyalardan ayrılan bir özelliği vardı.
Klasik dramlarda duygu yoğunluğu sanki matematik bir formüle bağlanmış gibi kademe kademe yükselir ve finalde tavan yapar. Ama bu film daha ilk dakikasından insanın yüreğini ayağa kaldırıyor ve final jeneriği düşene kadar 'hazırolda' tutuyor.
Ayrıca konusu; ajitasyona, ağdalı anlatımlara son derece müsait olmasına rağmen, senaryosu o kadar sağlam, oyunculukları o denli rafine ki, asla 'sahte' durmuyor.
BEREN'İN USTALIĞI
Bu film, Beren Saat'in oyunculuk kariyerine 'ustalık eseri' olarak geçecek gibi... Belli ki sağır ve dilsiz 'Ela' karakterine tekstten çalışmamış da, bardağa doldurup içmiş. Öyle ki, körlemesine sehpaya ilerlediği sahnede onu tutmak için perdeye doğru hamle bile yaptım.
Uğur Yücel, şahane bir 'Hoca' portresi çizmiş. Özellikle öğretmenin, yaşlanıp Alzheimer hastalığına yakalandığı dönemi şahane canlandırmış. Zaten bana en ağır gelen de o sahnelerdi. Alzheimer nedeniyle yitirdiğim rahmetli babamın acısı henüz tüm keskinliğiyle kırık cam parçası gibi yüreğime saplanıp dururken, beni alıp alıp o günlere götüren Uğur Yücel'e ciddi sitemim var. Film boyunca düşünüp durdum: "Acaba bu anne karakterini Ayça Bingöl'den başka kim oynayabilirdi?" diye... Rolüne öyle oturmuştu ki, aklıma başka isim gelmesine engel oldu...
KENDİ KÜÇÜK AMA...
Ve minik oyuncu Melis Mutluç...
Bana göre işi, Beren'den daha zordu. Çünkü 'vahşi' bir karakterin 'evrildiği' hatta 'kırıldığı' dönemi canlandırıyordu. Öyle usta işi bir performans ortaya koydu ki, galaya misafir olan yılların oyuncularına bile parmak ısırttı, gıpta ettirdi.
Benim Dünyam, bir Hint filmi olan Black'ten devşirme. Ama bu gerçek, benim gözümde filmin değerini asla düşürmedi.
Niye düşürsün ki? Titanic filmini üç ayrı versiyonunda da sonuna kadar zevkle, heyecanla izlemedik mi? Erol Avcı ile Uğur Yücel bu denli 'riskli' bir projeye para ve emek harcayarak büyük cesaret örneği göstermişler. Ellerine, yüreklerine sağlık...
Film, hayatı koyu bir 'siyahlıktan' ibaret bir genç kızla, lugatında 'imkansız' kelimesi bulunmayan idealist bir öğretmenin müthiş dayanışmasını anlatıyor. Ve her karesinde bize; en koyu karanlıkların içinde bile ışığa doğru yürümek, hatta kendi ışığımızı yaratmak gerekiğini anlatıyor.
Önemli olan, siyahın içinden renk demetlerini süzmek. Öyle ya, siyah da zaten 'tüm renklerin' birleşiminden oluşmuyor mu?