MasterChef sayesinde mutfak kültürümüzün geliştiği bir gerçek. Hatta yarışmanın pek çoğumuzun yemeğe bakışını bile değiştirdiğini söyleyebilirim.
Öyle ki, program sayesinde aşçı olmaya karar veren, yemek kurslarına yazılan gençlerin sayısı hızla arttı. Yemeğin reytingi olduğunu MasterChef sayesinde kavrayan pek çok dizi yapımcısı da mutfak odaklı senaryolara yol verdi.
İŞTE O SÖZCÜKLER
MasterChef günlük yemek pişirme sırasında kullandığımız mütevazı dili de akademik gastronomi jargonuna yükseltti.
Örneğin, annelerimizin kadınbudu köfteyi kızartırken, yağı sürekli kaşıkla köftelerin üzerine atmasının adı, mantolama imiş. Fritözde ya da derin tencerede kızartmaya deep fried denirmiş. Kayısı kıvamında yumurtanın adı poşe olmuş. Sebzeyi kaynar sudan buzlu suya atarak parlatmak blanche etmek (blanş diye okunuyor) imiş.
Çikolatayı, kaynar su dolu tencerenin üzerine oturtulan bir başka kapta eritmeye ya da pilavı bu teknikle demlemeye bain marie (Ben mari diye okunuyor) adı veriliyormuş. Glaze etmek dediklerinde ise bir ürünü matlaştırmak için üzerini süt ya da yumurta kullanarak kaplamayı anlamalıymışız. Şekeri ya da soğanı ateşte hafif kızartarak kristalize hale getirmeye de karamelize etmek deniliyormuş.
Eğer biri size "Yanında dip sos ile servis ediyorum" derse anlamalıymışız ki; köftenin, krakerin ya da cipsin yanına baharatlarla hazırlanmış koyu kıvamlı bir sos olmalıymış...
Bir tek rahmetli annemin sık sık kullandığı, "Yemek, yağına binmeli" sözünün modern gastronomi terminolojisindeki karşılığını bulamadım. MasterChef jürisi bu konuda bana yardımcı olursa çok sevinirim. (Gözünü seveyim "iki taşım kaynatma"nın, "bir çimdik tuz"un, "göz kararı su"yun, "pembeleşinceye kadar çevir"in...)
Bu arada mahallenizdeki esnaf lokantasına gidip de önünüze konulan kuru fasulyeye kaşık sallamadan önce sırf ukalalık olsun diye mutfaktaki şefe seslenip, "Bu fasulyeleri blanş ettin mi? Salçanın marinasyonunu biraz eksik buldum" filan demeye kalkmayın. Aşçıların kepçesi ağır olur, benden söylemesi...
YENİ 'MAHMUT HOCA' ADAYI
TRT 1'in kült dizisi Seksenler'de mahallenin tek eksiği idealist bir öğretmendi. Bu eksik de yeni sezonda tamamlandı. Reha Özcan'ın büyük bir başarıyla canlandırdığı öğretmen, bizim Hababam Sınıfı'nın Kel Mahmut'u (Münir Özkul) ile Ölü Ozanlar Derneği'ndeki John Keating'in (Robin Williams) enfes bir karışımı olarak karşımıza çıktı. Bu arada daha önce Mucize Doktor dizisinde de hep ideallerinin peşinde koşan bir başhekimi oynayan Reha Özcan'ın üzerine 'bilge adam' etiketi de fena yapıştı hani.
Diğer yandan İlker Ayrık'ın (Çağatay) diziye dönmesi de olumlu bir gelişme. Çağatay'ın Belçika'dan bir de yabancı gelin ile (Amelie) gelmesi ise Seksenler'e ayrı bir ivme kazandırdı. Zeynep Demirel ise ilk bölümlerdeki performansıyla 'Amelie' rolünü giderek büyüteceğinin sinyallerini verdi.
ARETHA'NIN NERESİ DEHA?
İkinci bölümünü de izlememe rağmen National Geographic'in 'Deha: Aretha' belgeselinde soul yıldızının nasıl olup da 'deha' nitelemesini hak ettiğini bir türlü anlayamadım.
Vaiz babasının desteğiyle önce kiliselerde ilahiler okuyan, daha sonra ABD'de yaşayan ünlü Türk prodüktör Ahmet Ertegün tarafından keşfedilip dünya müziğine armağan edilen Aretha Franklin, Allah vergisi bir sese sahipti, hepsi o kadar. Eğer belgeselde bir 'deha' aranacaksa o, Aretha ile birlikte pek çok dünya starını keşfeden 'yıldız avcısı' Ahmet Ertegün'den başkası olamazdı.
Ancak Ertegün'ün vizyonunu ve 'tadım yeteneğini' gördükçe içten içe ona sitem etmedim de değil hani... Kendi ülkesine sırtını dönüp, elin şarkıcılarını şöhret yapacağına, zamanında bizim Ajda'ya, Tarkan'a da bir omuz verseydi keşke...
Ne demiş?
"Üç çeşit insan vardır. Krallar, krallardan korkanlar ve kralları korkutanlar..." (TRT'nin yeni dizisi Barbaros'un fragmanından)
Gaf'let kürsüsü
Demokrasi Bayramı'nı bile paylaşmaktan imtina eden, evine 15 Temmuz'da bayrak asmayı "Ak Partili olmakla" özdeşleştiren gafillere de selam olsun.
Zap'tiye
Demokrasi nöbetine devam... Çünkü bizim FETÖ diye bildiğimiz bu iğrenç virüs sürekli mutasyona uğruyor.