Yıllar önce ilk şiir kitabımı bastırmak üzere kitabevine gittiğimde; şirket sahibi, elimdeki dosyaya şöyle bir göz gezdirip şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdıktan sonra "Vay be, hâlâ aşk şiiri yazan kaldı mı?" demişti. Gördüğüm bu 'uzaylı' muamelesi gözümü yıldırmadı.
Günlerce uğraşıp şiirlerimi 'Aşka ve Ölüme Dair' adıyla kitaba dönüştürmeyi başardım.
O yayınevi sahibinin söylediği sözlerin etkisinden kurtulamamış olmalıyım ki, ikinci şiir kitabımın ismini 'Aşk Tedavülden Kalkmadan' koydum...
Belli ki aşkın izlerinin yeryüzünden silineceğine dair derin bir kaygıya kapılmıştım... Özcan Deniz'in son filmi 'Evim Sensin'in finalinde perdeye düşen 'Hala aşka inananlara...' cümlesini görünce aklıma, koltuğumun altında aşk şiirleriyle yayınevine gittiğim o gün geldi...
DİLİ ÇOK SADE
En başından söyleyeyim; filme, öyle çok büyük beklentilerle gitmeyin.
Çünkü Özcan; müthiş hikayeyi öyle iri laflar, ağdalı betimlemelerle anlatmak yerine son derece sade bir dil kullanmış ama diyaloglar, o kadar derin felsefe barındırmamasına rağmen, iz bırakmayı başarıyor.
Olan biten belki insanın iliklerine işlemiyor ama kendi hayatının muhasebesini yapmasına olanak veriyor. Bu nedenle izlerken beyninize ve kalbinize çokça iş düşüyor.
Film; aşkın geçmişinin ya da geleceğinin olmadığını, herhangi bir zaman dilimine bağlı bulunmadığını, sevmek için insanın şuurunun yerinde olmasının gerekmediğini, en önemlisinin 'sevdiğini ve sevildiğini hissetmek' olduğunu anlatıyor. İnsanlar sevdiklerinden ayrılırken, yanlarına sadece 'yaşanmışlıkları' alabiliyor ve ayrılık vakti geldiğinde bunu bazen küçük bir valizin, bazen bir kefenin içine koyuyorlar.
SULU REHABİLİTASYON
'Evim Sensin' pek çok dramatik sahneyi de barındırıyor. Özellikle babanın kızı ile diyaloğu en taş yüreklilerin bile gözlerine buğu indirecek kadar dokunaklı. Zaten Özcan, filmi bir kağıt mendil firmasının sponsorluğunda çekseydi, eminim bedavaya getirebilirdi. Özellikle kadınlar için 'Evim Sensin', gözyaşı odaklı bir toplu rehabilitasyon seansı yerine geçebilir. Zaten galadan sonra konuştuğum Özcan'ı da en fazla sevindiren, bir sıra arkasında oturan Orhan Gencebay'ın film boyunca sesli olarak ağlamasıymış!..
BRAVO FAHRİYE'YE
Özcan film boyunca çok sık frene basan tedirgin bir sürücü gibiydi. Hem sesini, hem vücut dilini kontrol edebilmek için aşırı bir kontrol hali içindeydi. Bu tedirginliği görünce, "Acaba yönetmeyip sadece oynasaydı, performansı daha da yükselebilir miydi?" diye geçirdim içimden. Kameranın 360 derecelik dönüşü sırasında dört mevsimin yaşandığı sahne ve İskender'in yitik çocukluğunu ayna efektiyle tuz buz ettiği kareler ise teknik açıdan çok başarılıydı.
Filmi sürükleyen oyuncu Fahriye Evcen'di.
Genellikle melankolik ve donuk karakterleri canlandırırken izlediğimiz Fahriye için hayat dolu, fıkır fıkır bir kadın olan 'Leyla'yı oynamak kolay değildi.
Üstelik neşe ile hüznü bu denli iç içe verecek bir senteze ulaşmak da yetenek gerektiriyordu ama Fahriye zoru öyle kolay başardı ki, herkesi kendine hayran bıraktı.
YAĞMUR DUASI ŞART!
En başa dönmem gerekirse; film, 'hâlâ aşka inananlara' yalnız olmadıklarını hissettirecek ama yüksek beklentileri karşılamakta güçlük çekecek bir yapım. Filmin gişe hasılatı ise havaya bağlı. Özcan Deniz ile Mahsun Kırmızıgül sohbet ederken kulak misafiri oldum. Mahsun dedi ki, "Eğer 'New York'ta Beş Minare' vizyona girdiğinde yağmur yağsaydı, gişe en az 5 milyon olurdu.
İnşallah bu filmin gösterileceği hafta yağmur yağar..."
Yapımcılar film kadrolarına yağmur duası yapacak nefesi kuvvetli bir hoca da mı ekleseler ne?